Röportaj: Mehmet Utku Fırat I 25 Ağustos 2023

İşgücü piyasalarındaki kuralsızlaşmanın en büyük araçlarından biri olan esneklik uygulamalarının çoğu gelişmekte olan ülkelerde halen geçerli ve etkili olması tam anlamı ile kapitalist sistemin adeta bir saat gibi işlediğinin göstergesi. Son birkaç yıldır, tıpkı modern kapitalizmin ürettiği fordist üretim biçiminin proletarya sınıfını ortaya çıkarması gibi, post-modern kapitalizmin dayattığı esnek ve güvencesiz çalışma koşullarının da prekarya sınıfını ortaya çıkardığı tartışılmakta. Prekarya, ilk olarak 1980li yılların başında Fransa’da kullanılmaya başlanmıştı. Prekarya etimolojik olarak Latince kökenli “precarious” (istikrarsız, güvenilmez) ile Marksizm’de işçi sınıfını tanımlayan “proletariat” (proletarya) kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulan bir terim. Ülkemizde bu kavram üzerine “kafa yoran” bir isim olan, bu konuda makaleler hatta “Prekarya: Özgür Köleler” adında bir de kitap yazan gazeteci, yazar, şair ve aktivist Güney Güneyan ile prekarya üzerine konuştuk.

Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Daha önceki çalışmalarınız hakkında bilgi alabilir miyiz?

 

En zor soru işte bu, çünkü bir insanın kendine dair bir şeyler söyleyebilmesi oldukça zor. Fakat beni bana soracak olursanız, üretme fikrinin büyüsüne kapılan, gerçeğin peşinde bir ömür sürüklenen, sorgulamaktan yorulmayan ve kendini tüketirken üreten bir insan olarak tanımlardım. Bu tabii ki işimin romantize edilmiş hali ama benim gerçeğimde de hayalin pek yeri yok. Bu gerçeklik hissine olan bağlılığım da yakın geçmişte “Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk” adlı ilk inceleme çalışmamın yayımlanmasına ön ayak oldu. Şimdilerde ise ikinci baskısını yayımladığımız “Prekarya: Özgür Köleler” adlı çalışmam okuyucularıyla buluştu.

 

Prekarya kavramını ilk kullanan kim?

 

İlk kez 1980’lerde Fransız sosyologlar tarafından mevsimlik tarım işçilerini ve geçici işçileri nitelendirmek için kullanıldı. İlgili dönemde prekarya normlara yüklenen anlamları reddeden, özgür ruhlu işçi sınıfı olarak tanımlanıyordu. Bununla birlikte kavrama farklı bağlamlarda farklı anlamlar da yüklendi. Örneğin; İtalya’da “güvencesiz varoluş”, Almanya’da “geçici işçiler ve işsizler”, Japonya’da “çalışan yoksullar” prekarya olarak nitelendirildi. Fakat İngiliz iktisatçı Guy Standing, bu konu üzerinde çalışma yayımladı ve prekaryayı halk arasındaki yeni bir sınıf olarak tanımlanır oldu. Prekaryanın güvencesizliği, belirsizliği ve istikrarsızlığı nedeniyle tehlikeli olduğunu söylemek mümkün. Olabildiğince esnekleşen bir istihdam rejimiyle örtüştüğü için de prekarya, sürekli olarak değişken işlerde geçici bir statüde çalışanlar olarak adlandırılıyor. Dünya sahnesinde uzun bir süredir boy gösterse de yalnızca belirli bir süredir tanınan fenomendir diyebiliriz.

 Prekarya nedir? Kimlere denir? 

Prekarya veya prekarite, iş bulmakta zorlanan, yöneticileri karşısında pasif davranışlarla güçsüzleşen, belirlenen sınırlar içerisine sıkışan, banka hesapları boş, krediyle yaşam sürdüren, siyasilere güven duymayan, aldığı eğitim ve yapmakta olduğu iş arasında uçurumlar bulunan, geçim derdinde olan, vergilendirme sistemine karşıt, hayattan alacakları olan bir sınıf olarak bizleri selamlar. Sürekli ya da düzenli bir iş güvencesine sahip olmaması kişiyi bu sınıfa dahil eder.

Kitabınızın başlığındaki gibi özgür köleler mi yoksa yeni dünyanın yeni sınıfı mı? 

Kesinlikle özgür köleler ibaresinin prekarya ile daha ilişkili olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de çalışanların sadece yüzde 7’si işini seviyor, iş yerine bağlı çalışanların oranı ise sadece yüzde 7. Türkiye’de çalışanların yüzde 63’ü, iş yerine bağlı olmadığını söylüyor. İşyeriyle gönül bağındaki kopukluk, aktif olarak iş aramaya dönüşenlerin oranı ise yüzde 30 seviyesinde olduğu görülmüş. Bu tablo aslında Türkiye’nin bir özeti. Sevmediğimiz işlerde çalışıp, nasıl mutlu olabilir. Bu nedenle ben prekaryanın özgür köle olduğunu düşünüyorum.

Yakın gelecekte hepimiz prekarya mı olacağız? 

 

Orta sınıfın da artık sınıfsızlaştığını söylememiz mümkün. Çok yakın bir gelecekte birçok kesim de bu sınıfa dâhil olacak. Hatta belki de birçok kimse farkında dahi olmadan bu gruba dâhil oldu. Sistem çarklarının böyle devam etmesi sonrası er veya geç herkesin prekaryalaştığı bir geleceğe doğru ilerliyoruz. Güvencesiz çalışmanın kayıt dışılığı arttırması mevcut prekarya sınıfının ve muhtemel prekarya adaylarını da bu girdaba sürükleyecek. Bu açıdan bakıldığında, bu sınıfa ait olan ve olma ihtimali olan kimselerin manipülasyona açık hale gelecek. Büyükçe bir kesim, çoğunluğun gücüyle daha radikal kararlar almak zorunda kalacak.

Prekarya mağdur mu, kahraman mı?

Kahraman olduklarını söyleyemeyiz, çünkü halen prekarya olduklarının farkında değiller. Türkiye’de bir kabulleniş söz konusu ama Fransa’da sarı yelekliler örneğinden yola çıkacak olursak, eylemlerin nihai sonuçlarına göre Fransa’daki prekarya sınıfı kahramandır diyebiliriz. Çünkü Fransız yönetimine karşı haklarını savundu ve geri kazandılar. Öte yandan prekaryanın tehlikeli olduğu yönündeki söylemleri de doğruladılar. Uyguladıkları formül başta klasik bir protestoydu. Sonrasında süreçte ise sokaklarda şiddet boy gösterdi. Prekaryanın Türkiye’deki yansıması ise bu anlamda dünyadakinden epey farklı. Sebebi politikayla da alakalı. Burada yapılan her reaksiyonun bir karşılığı var. Kimse benzine zam geldi diye sokağa çıkmaz. Veya elektrik faturasının kabarmasına da. Türkiye’de her şeyin bir karşılığı var. Karşılığı olmayan tek şey ise emek. Bu noktada prekarya emeğinin sömürüsüne alışkın bir tavır sergiliyor. Şimdi, böylesi bir durumda prekarya mağdur değil de nedir? Kahraman olmadığı kesin.

Prekarya proletarya gibi devrimci olabilir mi? Ya da başka bir şekilde soruyu sorarsak Prekaryanın radikalliği mi proletaryanın devrimciliği mi?

 

Prekaryalar, proletaryanın sistem karşıtı tutkularının aynısını ve belki de daha fazlasını dezavantajıyla birlikte taşıyor. Bu bağlamda Standing’in haklı olduğu gerçeğiyle birlikte, son dönemde gerçekleşmekte olan çalışma şekilleri bunu doğrular nitelikte. Prekaryanın örgütlü mücadele yapması ve sayıları hiç de azımsanmayacak kadar çok olan bu grubun geleceklerini güvenceye alması için mutlaka kolektif bir anlayışla farkındalık yaratması gereklidir. İyi eğitimli olsun ya da olmasın, artık geleceksizlik ve güvencesizlik sebebiyle birçok açıdan prekarya proletaryadan farksız. Kimi görüşlerce de prekarya, proletaryanın içerisinde güvencesiz kesimde yer alan bir grup. Burada en belirgin kıstas eğitim durumu olarak göze çarpıyor ama temel sorunların başında da diplomanın ötesinde yetkinliklere sahip olunması gerekiyor. Fakat “prekaryanın radikalliği mi, yoksa proletaryanın devrimciliği mi” diye sorunuza vereceğim cevap “proletaryanın devrimciliği” olacaktır.

 

Sizce sosyalistler ya da daha geniş bir tanımlamayla anti-kapitalistler prekaryayı ne kadar tanıyor? Ne kadar önemsiyor? Bu konu hakkında ne kadar kafa yoruyor?

 

Sosyalist kesim prekaryayı gayet iyi biçimde tanıyor. Çünkü emeğin tırpanlanması yeni bir şey değil. Daha önce proletaryanın yaşadığı kaderi bugün prekarya yaşıyor. Değişen bir denge var sadece. Önemsenmesi konusuna gelecek olursak, yakın gelecekte daha görünür hale geleceklerini düşünüyorum. O zaman gelene dek birçok çevrece sessiz bir destek söz konusu olacak. Seslerinin daha gür çıkacağı nokta ise artık yaşanmaz hale geldiğinde nüksedecek. Şimdilik herkes “prekarya, yeni bir sınıf mı, değil mi tartışması”nı yürütmekle meşgul. Soruların cevapları netleştiğinde benim cevabım da daha anlaşılabilir olacak. 

Röportaj: Betül Fırat I 20 Şubat  2023

Öncelikle “hoş geldiniz” diyor ve söyleşimizin başlangıcında birkaç cümleyle sizi tanımak istiyoruz. Güney Güneyan kimdir?

 

Hayatın akışında olmaya çalışan, üreten, küçük mutluluklarla huzur bulan, anın içerisinde neşenin ve sevginin her şeyi değiştireceğine inan bir insan olarak ifade edebilirim. “Tüm bunların dışında Güney kim” diye sorarsanız, gazeteci ve yazarım.

 

Gazeteci yazar kavramına alışkınız ama gazeteci ve şair kavramına biraz yabancıyız. “Müstakil Beden” adlı kitabınızda da ilk şiir çalışmanız. Siz bu anlamda bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

 

Şiir yazmayı seviyorum, fakat kendime şair diyemem. Benim fikrimce kendine şair diyebilmek çok ciddi bir şey. Türkiye’de herkesin bir unvan fetişi var. Şair gömleği birçok kimseye iki beden büyük gelir. Sırtına geçirenin taşıyabileceği bir şey değil. Tabii, “kendine şair diyenler bunun farkında mı derseniz”, “değil” derim. Ağızdan çıkanı bilmek gerek. Benim nazarımda şiir, insana yaşadığını hatırlatan, içinde hiçliği ve varlığı barındıran, yok olurken var olmaya yarayan bir edebi argümandır.

 

Üretme evresinde ve sonrasındaki geçen süreçlere bakıldığında, tüm bu zaman boyunca yazdıklarınızdan bahseder misiniz?

 

Sanıyorum ki; ilk kez bir şeyleri yazıp birileriyle paylaşalı on beş yıl kadar oldu. Önceleri deneme ve şiir, sonraları öykü ve köşe yazılarımla okuyucuyu selamladım. Hayatın gerçekliğine aşığım ve bu gerçeklikten besleniyorum. Çevremde her ne olursa olsun, o olan şey benim için önem arz ediyor. Hüzün, mutluluk, sevinç, korku ya da dram… Tüm her şey içerisinde bir dinamiği barındırıyor. Ben de bunların tümünü ayrıştırıp, zihnimin süzgecinden geçiriyorum. Sonrasında da bazen edebi, bazen eleştiri, bazen ise politik yaratım sürecime katkı sağlıyor.

Edebiyat alanında ilk eseriniz “Müstakil Beden” adlı şiir kitabınızdı. Çalışmanın hikâyesi nedir?

İnsan bedenini müstakil bir ev metaforu ile özdeşleştiğini düşünürdüm. Bu sebeple de kitabımın adı “Müstakil Beden” oldu. Yaşadığım olayları gerçekçi bir biçimde anlatabilmeyi severim. Hissettiklerim de hissetmek istediklerim de bu anlamda benim için bir kılavuz görevi görüyor. Düşüncenin bir formu yok. Kişinin zihnindeki yansımalar dışında şekil alıyor. Şiirlerim, acılarım, mutluluğum, hayallerim ve pek daha çok unsurun birleşmesiyle ortaya çıktı. Her şeye rağmen geriye dönüp baktığımda mutlu olduğum bir çalışmadır.

Ailenizde sizden başka sanatın herhangi bir alanıyla ilgilenen var mı?

Toprağı gani olsun, yalnızca babam ilgilenirdi. Kendisinin yaptıklarını önceden anlamazdım ama sonrasında fark ettim ki; kendisi çağının bilinmeyen entelektüellerindenmiş. Şiir yazardı, müzik kursunun olduğu bir dönemde birçok enstrüman çaldığını ve öğrencilerine ders verdiğini biliyorum. Onun öncesinde marangozluk ve futbol ile ilgilendi. Zamanında anlaşılmamış bir insanmış meğer. Ona dair olan her şeyi ona benzemeye başladıkça anladım. Bazen aynaya baktığımda da ona benzer yanlarım olduğu için hayıflandığım da oluyor, kızdığım da ama ondan bazı aldığım yanlar var.

 

Şüphesiz her çalışmanız sizin için önemlidir ama ilk göz ağrınız olan eseriniz hangisidir?

 

“Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk” adlı kitabım benin ilk çalışmamdı. Her zaman yeri ayrı olsa da pabucu “Prekarya: Özgür Köleler” adlı kitabımla dama atıldı. İlk çalışmam yalnızca ilk olduğu için değil, ilk cesur işim olduğu için önemliydi. Fakat her çalışmam benim için farklı bir anlam ifade ediyor artık.

 

“Prekarya: Özgür Köleler” adlı son kitabınız geçtiğimiz günlerde ikinci baskısını yaptı. Prekarite kavramını açıklar mısınız?

 

Prekarya, en yalın ve açıklayıcı tanımıyla; kontratlı, yarı zamanlı veya proje bazlı sözleşmelerle iş yapan sınıftır. Ana etken olarak, sürekli bir iş güvencesi ya da sürekliliği bulunmayan işlerde çalışması gösterilebilir. Çağrı merkezi çalışanları, beyaz yakalılar, kuryeler ve güvenlik görevlileri bu sınıfa en uygun örneklerden biridir.

 

Prekaryalaşma Türkiye’de ne durumda?

 

Farkında olmadan prekaryalaşmakta olan büyükçe bir çalışan kesim var. Bazıları prekarya olduğunun farkında dahi değil. Türkiye’de çalışanların yalnızca yüzde 7’lik bir kısmı işinden memnun. Bu bir rakamdan ötesini bizlere anlatıyor. Böylesi mutsuz bir tablo bana kitabımın alt başlığında “özgür köleler” ibaresi eklemeye itti. Çünkü birçok anlamda Türkiye’deki çalışanlar dezavantajlı bir durumda. Prekaryalaşma süreciyle ilgili acı reçete yakın zamanda daha hissedilir olacak.

 

Bir yazar sanatını icra ederken en çok neye dikkat etmeli? Neler uçuşuyor o zihninizin içinde?

 

Gözlem yeteneğini törpülemeli ve her an alıcıları açık olmalı… Herkesten önce hikâyeyi koklamalı, zihninde o anı yaşatarak tüm detaylarına hâkim olmalı. Hikâyeyi oluşturan kahramanları incelemeli. Örneğin; bazı zamanlar ücra bir yerde, ücra bir İETT otobüsünde yolculuk ederim. Kulaklıklarım takılıdır ama benim dinlediğim o an o otobüsün içerisindeki insanların iç sesidir. Ne düşündüklerini düşünür, yaptıkları davranışları incelerim. Görünümlerinden karakterler yaratırım. Onlar bunun farkında dahi olmaz ama zihninin içerisine girerim. Tek isteğim o an ne düşündüğünü anlayabilmektir.

 

Okuma rutininiz vardır mutlaka. Kitaplarla aranız nasıl ve en son ne okumuştunuz?

 

Ayda en az iki yüz, iki yüz elli sayfa okumaya çalışıyorum. Bu dönem pek kitap okuma rutinimi uyabildiğimi söyleyemem. Çünkü yoğun bir çalışma sürecim var. Bazen insanüstü bir boyuta eriyor. Fakat bu gerçeklikten ilk kaçış noktamda biri okumak olsa da pek bu konuda istediğim verimi elde edemiyorum. Bazı zamanlar yalnızca makale okuyorum. Bunun dışında çoğu zaman ise şiir, öykü ve deneme… Şu an okumakta olduğum kitap ise Bedia Akarsu’nun yazmış olduğu “Mutluluk Ahlakı” adlı eser.

 

Peki sizi etkileyen şair, yazar ve/veya sanatçılar kim? Ya da var mı?

 

İoanna Kuçuradi ve Ulus Baker her dönem için değerli isimlerdir. Benim zihnim de uzun bir süredir onların fikirleriyle yoğruluyor. Etkisinden kalmak diyemem, çünkü o hissi sevmem. Fakat varlıkları bana zihnen iyi bir pratik sağlıyor.

 

İyi yazabilmek için bir formül var diyebilir miyiz? Yazmak isteyenlere önerileriniz nelerdir?

 

İyi yazabilmek… Yazmanın öğretilebilir bir şey olduğu kanısında değilim. Fakat şüphesiz iyi yazma eylemini kuvvetlendirebilecek olgular olduğu kanaatindeyim. İyi okumalar yapmanın çok yararlı olacağını düşünüyorum. Olayları iyi özümsemek, bağ kurmak ve empat olabilmek yazın yolculuğunda bir yazar için olmazsa olmazlarındadır.

 

Gençlerimizi edebiyat ve sanata alanına yönlendirmek için neler yapılabilir?

 

Kolay bir şey değil kesinlikle. Çünkü artık dünya dijitalleşiyor ve gözlerimizle gördüğümüz şey de şu ki; artık okuma deneyimi farklı formlarda çeşitlilik kazandı. Belki de dijitalleşmeyle farklı adımlar atılabilir. Yönlendirmenin ötesinde teşvikler gerekiyor. Kültür Bakanlığı belki de belirli bir yaş grubuna tahsis edilmek üzere fon ayırmalı… Belki de öncesinde, gençlerin temel problemlerini çözümleyerek; kendilerine ve eğitimine ayırması gereken zamanı tahsis etmeli.

 

Sizi okumak isteyen, takip etmek isteyen dostlarımız nerelerden ulaşabilirler?

 

Sosyal medyada her yerde, her platformda yer alıyorum. Onun dışında elbette tüm internet kitapçılarında çalışmalarım mevcut.

Şu ana kadar sohbetimizi okuyan ve bizlere eşlik eden dostlara son olarak ne söylemek istersiniz?

Zaman çok değerli bir kavram ve benimle onu paylaşma lüksünü bana bahşettikleri için onlara minnettarım. Tanıdığım, tanımadığım herkesi kucaklıyorum. İyi ki varlar!

 

Röportaj: Berivan Kaya I 23 Temmuz 2021 

İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Yürüyüşü’nde yaşanan kargaşa, bunun kapsamında düzenlenen bir vegan pikniğe polisin müdahale etmesi, İstanbul Sözleşmesi‘nden çıkılması… Bunlar Türkiye’de son dönem yaşanan olayların bazıları. Ekibimizin çoğu Almanya’da yaşadığı için Türkiye gündemini sadece uzaktan takip edebiliyoruz. İstanbul’da yaşayan gazeteci ve yazar Güney Güneyan ile tam da bu sebepten bir araya geldik. Bizimle ülkeye dair gözlemlerini ve bir basın mensubu olarak İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Yürüyüşü’nde şahit olduklarını paylaştı. Bunun yanı sıra toplumsal cinsiyet sorunları hakkında da söyleştik. İşte o söyleşi!

Güney Güneyan kimdir? Kendini nasıl tanımlar?

Belki de kendimi ifade etmekte en çok zorlandığım soru bu. Çünkü her geçen an kendimle ilgili bir şeyler öğreniyor halde buluyorum. Sakinliğe aşık, yalnızlığa tutkun, sadeliğe düşkün bir insanım. Hayatı pastel gören, küçük mutluluklar peşinde koşan ama büyük hayalleri olan bir gerçekçiyim. Hiç konuşmadan anlaşan, erdemli olmaya çalışan, belki biraz sinirli ama hep bir şeyleri düşünür haldeyim. Tüm bu insani hallerimi bir kenara koyarsak da mesleğini icra etmeye çalışan bir gazeteci ve yazarım.

Çok genç yaşta birçok yayında görev almış ve çeşitli projelerin altına imza atmış bir isimsin. Bu nasıl oldu? Nasıl bu yola girdin?

Mesleğe giriş hikâyemi İstanbul Üniversitesi’nde konuk olduğum bir radyo programında açıklamıştım. Tekrar etmek beni her seferinde üzse de toplumsal hafızamızı tazelemek için yinelemek isterim. Mesleğe giriş sebebim, 19 Ocak 2007 tarihinde Agos gazetesi binası önünde uğradığı silahlı saldırı neticesinde öldürülen gazeteci Hrant Dink’in, altı delik ayakkabısını görmemdi. Henüz çocuktum ama o an “yapmak istediğim iş bu” demiştim. Mesleğe yerel gazetelerde başladım. Sonrasında bir edebiyat dergisi kurdum. Ulusal basında görev almaya başladım. Ardından bağımsız olmak istediğim için, sosyal bilimler ve kültür alanında yayın yapmak üzere Komplike dergiyi kurdum. Türkiye’de yayıncılık çok zor bir iş. Tutunamadık. Dijitale döndük ama mevcut şartlar sebebiyle, iki yılın ardından geçtiğimiz aylarda çalışmalarımızı bir süreliğine durdurduk. Şimdilerde yine ulusal basında yazıyorum. Bir yanım hep yayıncı, diğer yanım gazeteci…

Yayımlanmış iki çalışman var. Biri inceleme ve araştırma kitabın olan “Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk” diğeri ise şiir türünde yazdığın “Müstakil Beden” adlı kitabın. Bu çalışmalar nasıl sonuçlar verdi?

Bazı kitaplar bugüne değil, yarına yazılır. İlk çalışmam olan “Nepotizm Hipotezi” de böyle bir çalışmaydı. Türkiye’nin siyasi atmosferinden beslenen ve burada yaşanan nepotizm vakalarını irdeledim. Çalışmanın alt başlığında da sosyal dışlanma ve yoksulluk kavramlarını inceledim. Yoksul mahallelere uğradım. Onlarla konuştum. Sorunlarını dinledim. Kamudaki usulsüz atamaları takip ettim. Onları kayıt altına aldım. O günkü yaşanan nepotizm olaylarını çalışmama ekledim. İnsanlar unutsa da kitaplar onlara hatırlatsın istedim. O tarihten sonra, bunların o kadar çok tekrarı yaşandı ki… Bu dipsiz bir kuyu gibi. Bu çalışmanın dışında geçtiğimiz yıl ilk şiir kitabım çıktı. O, daha suya sabuna dokunmadan bir çalışma tabii. Nihayetinde şiir ama gelecekte politik şiirler de yazmak istiyorum.

Yeni bir çalışmanın da bu yıl yayımlanacağını duydum. Gelecek süreçte neler olacak?

Evet. Bu yıl yeni bir çalışma daha var. “Prekarya: Özgür Köleler” adlı bu çalışma yine inceleme türünde olacak. Tamamen hazır durumda. Şimdilerde redaksiyon çalışması yapılıyor. Ardından yayınevinin mutfağındaki yerini alacak. Sonrasında gerçek sahibi olan okuyucusuyla buluşacak.

Türkiye’nin politik havasını solumayı seviyorsun, öyle değil mi?

Elbette, elbette öyle. Sosyal bilimcilerin neden dünyanın dört bir yanında zaman kaybettiğini anlamıyorum. Asıl olay Türkiye. Çünkü burada binlerce farklı vaka mevcut. Bakılırsa görülür türden ama bu da burada yaşamanın bir getirisi sanırım.

Türkiye’de olup bitenleri biz sadece uzaktan takip edebiliyoruz. Bu yüzden seninle bir araya gelmek bizim için çok değerli. Geçtiğimiz günlerde Beyoğlu Kaymakamlığı tarafından verilen kararda, bir süredir olduğu gibi İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Yürüyüşüne izin verilmedi. Etkinliğe katılan bir basın mensubu olarak bize yaşananları ayrıntılı bir şekilde anlatabilir misin?

Bildiğiniz gibi Türkiye’de uzun yıllardır LGBTİ+ faaliyetlerine izin verilmiyor. Fakat önceki süreçlerde mevcut iktidar bu yürüyüşlere izin verdiğini alenen belirterek, propaganda malzemesi yapmayı gayet uygun görüyordu. Devlet yetkilileri daha önceleri bu yürüyüşlere izin verdiklerini belirterek övünüyordu. Bugün ise bu konu oldukça farklı bir boyutta. Çünkü artık mevcut iktidarın yaşam tarzına müdahalesi ve baskısı neredeyse her şeyden daha hissedilir oldu. Daha otoriter bir rejim var. Sesleri daha gür çıkmak zorundaymış gibi hissediyorlar. Oy kaybı, yaklaşan seçim ve kötü gitmekte olan bir ekonomi… Dolayısıyla haberi yayan da, haberi yapan da suçlu statüsünde. Görevi haber yapmak olan biri Türkiye’de bir anda haber olabiliyor. Nihayetinde bugün, geçmişten günümüze dek AKP iktidarının en baskın ve en politik süreçler yürüttüğü dönemlerden birindeyiz. Türkiye’de her şey ve herkes bıçak sırtı durumda. Her şey bir adamın elinde. Kontrolü zor, zincirlerini koparmış bir boğa ile arenanın ortasında bir başınayız. Renk körü olduğunun farkında değil. Tüm dünyayı o bakış açısıyla izliyorGücün zehirleyici etkisinin de unutmamak gerekiyor. Çünkü başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere, yürüyüş ve benzeri engellemelerin tümü kendi tabanlarını memnun etmek için gerçekleşiyor. Birçok dayatma var. Bunlardan en serti ise LGBTİ+ faaliyetlerine yönelik diyebiliriz. Taksim kapatıldı, Odakule’de açıklamaya izin verilmedi. Pera ve Mis Sokak’ta onlarca gözaltı gerçekleşti. Plastik mermi kullanıldı, insanlar yerlerde sürüklendi. Kafe önündeki insanlar dahi apar topar gözaltına alındı. Fakat bir detay daha vardı ki; o da dünyaca tanınan AFP foto muhabiri Bülent Kılıç’a yapılan polis müdahalesiydi. O müdahale oradaki tüm insanlara ve basın mensuplarına bir gözdağı niteliğindeydi.

Basın özgürlüğü de bu noktada uzun bir süredir çıkmaza sürükleniyor diyebilir miyiz?

Basın, artık varlığına tahammül edilemeyen, sindirilmeye çalışılan, asimile edilen ve değersizleştirmeye çalışılan bir kurum oldu. Ki bunu başardılar da. Özgür ve bağımsız kalabilen yayınlar haricinde artık medya tek sesli. Eskiler anlatırlar, biz de tarihten gördüğümüz kadarıyla biliriz. Eskiden merkez medya diye bir kavram vardı. Şimdilerde bu tablodan eser kalmadı. Artık mesleğin getirisi olarak kimi gazetecilere yat ve yalı iken, diğerine hapis ve adliye değer biçiliyor. Çürüyen bu sistem artık amorf bir yapıya dönüştü. Türkiye’de Bülent Kılıç’ı birçok kimse tanımıyor olabilir ama Emniyet Müdürlüğü onu gayet iyi tanıyor. Yürüyüşte onun üzerine çullanan, boğazına dizini bastıran polisler de bunun farkında. Ona yapılan bu müdahale sırasında biz de hemen sol kortejdeydik. Tepkiler olmasa Kılıç, orada orantısız güç mağduru olurdu; ölebilirdi. Bir basın mensubunun işini yaparken ölebilecek olma ihtimali garip değil mi? Dile kolay ama o an orada ölebilirdi. Artık işlerin çığırından çıktığını belirtmemiz gerekiyor.

Maçka Parkı’nda yapılmak istenen LGBTİ+ Onur Haftası vegan pikniği de yasaklanmış ve polis pikniğe müdahale etmiş. Sanırım buna mantıklı bir cevap vermek zor ama tam olarak neyi, nasıl ve neden yasaklıyorlar?

Türkiye’de nefret söylemi, irdelenmesi gerekilen bir konu. Oldukça vahim bir durum. Toplum olarak her anlamda bir şeyleri ötekileştirme teşebbüsünde bulunuyoruz. Bu ülkede camilerde siyasi söylemler yapılmaya başlandı. Oy isteyenler, muhalefet yapanlar var. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş hutbelerde eşcinsellerle ilgili geçtiğimiz yıl bir açıklama yapmıştı. Açıklamasında, eşcinselliği hastalıklarla eşleştirmişti. O gün söylenen bu ifadeler, bugün uygulanan fiziksel, psikolojik ve toplumsal şiddetin zeminini hazırlıyor.

“Tüm yasakların, tüm engellemelerin, tüm şiddetin, tüm dayatmaların sebebi siyasi…”

Nefret söyleminin bizi ulaştıracağı son nokta, kutuplaşmadır. Siyasi fanatizmden farksız olan bu durum bize hiçbir fayda sağlamamasına rağmen kabul gören ve taraftar sağlayan bir durum. Bu nedenle yasaklanan pikniğin de yapılan tüm bu engellemelerin de altında körü körüne bu inanç yatıyor. Birilerinin istediği kalıba uymadığı için bu insanlar toplum desteğinden mahrum edilmek isteniyor. Farklı oldukları için dışlanıyorlar ama aslında farklı olan da toplumu dışlıyor. Haklılar da… Yaşam haklarını, özgürlüklerini elinden almaya can atan bir güruhla savaşıyorlar. Fakat yürütülen birçok araştırma toplumun son dönemde eşcinsel birlikteliklere bakışının değiştiğini gözler önüne koyuyor. Böyle bir durumda artmakta olan bir güce müdahale etmek, bir görev halini alıyor. Aslında yapılmak istenen şey, palazlanmasın diye budamak…

İstanbul Sözleşmesi‘nden çıkılmasıyla ilgili açıklamalar yapan Erdoğan, kadına yönelik şiddetle mücadelenin bu sözleşmeyle başlamadığını ve çekilmeyle de bitmeyeceğini söyledi. Kadına yönelik şiddetle mücadelenin gidişatını nasıl değerlendiriyorsun?

İstanbul Sözleşmesi doğrudan doğruya şiddeti önlemeyi ve hem kadını, hem de ev içindeki diğer bireyleri şiddete karşı korumayı amaçlıyor. Fakat alınan bu karar, güçlü bir uluslararası mekanizmayı devre dışı bırakmaktan başka bir amaca hizmet etmiyor. Sözleşmenin uygulanabilirliği dışında, varlığı dahi bugün siyasi bir mesele halini aldı. Yükselen sağ politik görüş sayesinde ve radikal İslamcıların da varlığı neticesinde, günah keçisi olarak görülüyor. Kimileri, “sözleşme uygulamaya girdikten sonra şiddet arttı” diyor ama bu bir safsata. Çünkü kadına şiddet katlanarak artıyor. Sözleşmeyle birlikte eşitlik bilincinin yükseliyor olması sorunların görünür kılınmasını sağladı. Bu da muhafazakâr çevrenin tepkisini çekti. Gerçi “muhafazakâr çevre” diyerek sınırları genişletmemek gerekiyor. Çünkü o kitleden de sözleşmenin hatırı sayılır destekçisi bulunuyor. Karşıtı olanlar ataerkil düşünen, radikal İslamcılar ve onlar sözleşmeye en çok tepki gösteriyor. Sebebi de, kadın tam anlamıyla eşit olur ve haklarına kavuşursa, kadın üzerindeki biat kültürünün kalkmış olacak olması. Bu da kontrol kaybı demek oluyor. Bu düşünce yalnızca Türkiye’de mevcut değil. Neredeyse tüm dünyada durum böyle. Erdoğan’ın söylemleri ve aldığı kararlar ise tek kişinin eline tüm yetkiyi vermeye dayalı olarak gelişiyor. Ne derse oluyor, ne isterse yapıyor. Fakat bu durum aymazlıktan başka bir şey değil. Günü geldiğinde gidecek olanların eşliğinde, geri gelecek ilk şey bu sözleşmedir.

Yurtdışında yaşayan bireyler olarak bizler bu mücadeleye nasıl destek olabiliriz? Avrupa ülkeleri nasıl destekte bulunabilir?

Bence mümkün değil. Çünkü diktatoryal bir demokrasi süreci işliyor. Dolayısıyla mevcut hükümet alıcı bir durumda değil. Fikirlere tamamen kapalı ve kendi doğrularıyla yaşıyorBaşta bu sebepten olmak üzere artık ne yazık ki bir şeyleri anlatma çabası beyhude. Değişmesi gereken şeyler var. Onlardan biri de mevcut iktidardır. İktidar değişmeden Türkiye’nin değişmesi de Türkiye ile diyalog kurulması da pek mümkün değil. Kulakların tıkandığı, gözlerin görmediği bir dönemin içerisindeyiz.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadın olmak zor. Bu konuda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Fakat bugün seninle Türkiye’de erkek olmanın zorluklarını konuşmak isterim. Erkeklerde nasıl bir baskı söz konusu? Bizimle gözlemlerini paylaşır mısın lütfen?

Açıkçası bu durumla ilgili konuşabilecek olmak güzel. Çünkü ilk kez böylesi bir soruyla karşılaşıyorum. Kadınlar da erkekler de ideal bir görünüme sahip olmak zorundaymış gibi algılanıyor. Erkekler olarak bizler de ideal görünüm ve estetik kaygılar neticesinde birçok sorunla yüzleşiyoruz. Bence sağlıklı olmak ve iyi görünmek güzel bir durum ama kişisel anlamda örneklendirme yapacak olursam kesinlikle zorlandığımı ifade etmeliyimKilolu bir insanı, sağlık açısından pek de sağlıklı bulmadığım doğru… Ama çok zayıf olmadıkça, bir insanın zayıf olması da normal. Zamanımın birçoğunu çalışarak geçiriyorum. Zaman yönetimi bu kadar yoğun çalışırken zor. Sevdiğim şeylere vakit dahi ayıramıyorum. Amiyane tabiriyle bazen başımı kaşıyacak vaktim dahi olmuyor. Ancak toplumun bana dayatmış olduğuerkek ideasından uzaklaştıkça eleştirilerin de hedefinde oluyorum. Zayıf olduğum konusunda eleştiri yapanlara katılıyorum ama neden bunun bu kadar önem arz ettiğini anlayamıyorum. Heteroseksüel bir bireyim ama kuir olarak algılanıyorum. Karşı cinsin benim heteroseksüel olduğumu anlaması gecenin ilerleyen saatlerinde oluyor. O zaman zarfına kadar üzerimde standart yaklaşımların izini görüyorum. Zihnimi geliştirmek yerine bedenimi geliştirmeye itiliyor olmak zor.

 “Zihnimi geliştirmek yerine bedenimi geliştirmeye itiliyor olmak zor.” Biraz daha açar mısın bunu?

Önceliklerimin sorgulanıyor oluşu beni bu kararı almaya itti. Açıkçası spor salonlarının içerisine tıkılıp, tek derdi vücudunu geliştirmek olan bir aptala dönüşmenin mantıksız olduğunu düşünürüm. Fakat bedenim üzerinden atfedilen şeyden o kadar yoruldum ki; bazen daha az uyuyup, daha az çalışıp, daha az okuyup, daha çok maskülen görünmek için “vücut geliştirmeye mi başlasam ben de” dedim. Bu tercihlerin sebebi sadece baskılar değil. İthamlardan yorulduğum doğru… Ama gelecekte kendim olmayı özleyecek olsam da şu aralar yeni başladığım egzersizler sayesinde kendime baktığımda, daha mutlu olduğumu düşünüyorum. Belki de bu eleştiriler benim için ilk kez fayda sağlayacak bir şeye dönüştürmüş. Artık bu duruma eskisi gibi bakmıyorum ama normal şekilde de bakamıyorum. Bu değişim isteği beni bir başka dinamiği de öğretmeye itti. Çünkü geçmişte belki zaman zaman ben de birilerini kırıcı şekilde eleştirmiş olabilirim. Fakat sağlıksız olanı dile getirmekle, kişisel bir tercihin toplum tarafından değişime zorlanmak istenmesi biraz farklı. Bu nedenle bedenimi seviyordum, şimdilerde başkalaşıyorum.

Röportaj: Gizem Zalimalioğlu I 25 Ağustos 2020

Güney Güneyan ismini, basında haber olarak okumuş ya da bizzat haberi veren yazar olarak görmüş olabilirsiniz. Güneyan, uzun yıllardır basına hizmet eden bir haberci. Halen Milliyet gazetesinin köşe yazarları arasında yer almanın yanı sıra, basında kazandığı deneyimlerini ve edebiyatı harmanladığı, hayata geçen bir projesi de var. Üç yılı aşkın süredir kuruculuğunu üstlendiği, Komplike Dergi ve TV yayın hayatına devam ediyor. Bu nedenle, ben kendisini yayının ve yapımın insanı olarak tanımlıyorum. Yazar, iletişimci genç arkadaşlara kariyerindeki başarılarla emsal olabileceği gibi, yazdığı edebi eserlerle de okuyucularının ruhunu doyuruyor. Güneyan’ın yakın zamanda yayınlanan ikinci kitabı, “Müstakil Beden” bir araya gelmemize vesile oldu. Pandemi nedeniyle yüz yüze gelemesek de, sizler için keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Güneyan, kitapta yer alan illustrasyonları, içerikte verilen kadın bedeni ve doğanın yansımalarını, yazarın içinden geçtiği sancılı süreçlerini ve dahasını tüm samimiyetiyle cevaplıyor.

Öncelikle kendisine medya dünyasında uzun yıllar çalışmış biri olarak, gazetecilikten, basın editörlüğüne ve köşe yazarlığına doğru uzanan başarılarının yanında radikal bir kararla edebiyata adım atış hikayesini, soruyorum.  

Gazetecilik mesleğine adım atmadan önce birçok fanzin ve dergide çeşitli deneme, öykü ve şiir üretimleri gerçekleştirmiştim. Bu anlamda radikal bir adım attığımı söyleyemem, çünkü gazetede çalıştığım dönem öncesinde de edebi üretimler içerisinde bulunuyordum. Mesleğe 2008 yılında yerel bir gazetede başladım. Ulusal basında yer almam ise 2014 yılını buldu. Sonrasındaki süreçte kuruculuğu ve genel yayın yönetmenliğini gerçekleştirdiğim yayınlar da oldu. Bir dönem önce Vagon adlı dergiyi yayınladık. Ekonomik gidişatlar sebebiyle yayın hayatına son verdik. Ardından Asparagus adlı yeni bir dergi kurdum. Fakat yayın planlama aşamasında yol ayrılıkları gerçekleşti. Hiç gün yüzüne çıkmadan projeyi sonlandırdım. Bir süre bekleyip, 2017 yılında halen kurucu genel yayın yönetmenliğini yaptığım sosyal bilimler ve kültür alanında faaliyet gösteren Komplike Dergi’yi kurdum. Süreç böyle sürüp gitmiş olsa da sancılıydı. Bir nevi hayatı akışına bırakmayı ve izlemeyi öğrendim. Tam da bu noktada edebiyat ile olan yakınlaşmam daha da bir derinleşti. Bugün ise yeniden birlikteyiz. 

Yeni kitabınız “Müstakil Beden”den önce bir eser daha yayınladınız. İlk kitabınız olan “Nepotizm Hipotezi” işlediği sosyal dışlanma ve yoksulluk konularıyla daha çok toplumsal eleştiri bağlamında değerlendiriliyor ancak Müstakil Beden, bizleri düz yazı şiirlerinizle buluşturuyor, yine farklı bir alana yöneliminiz söz konusu. Kitabı yazmadan evvel, sizi bu değişime götüren esin kaynağı ne oldu?

Aslında bakılırsa çeşitliliğin yaratıcılık için gerekli olduğuna inanıyorum. İlk kitabım bir araştırma, eleştiri ve yorum üzerine kurulu bir çalışmaydı. Sonucunda ise çok farklı noktalara değinme, dikkat çekme ve farkındalık yaratmaya odaklı bir ivme kazandı. Siyasilerin güzel eleştirilerine mahzar oldu. Yayınevime telefonlar geldi. Çalışma takdir toplamaya ve şahsım tebrik edilmeye başlandı. Fakat öteki yandan birçok açıdan zor günler de yaşadım. Şimdilerde ise dünü değerlendirip, bugünü yorumlamaktan farklı olarak, geçmişteki günlerle hesaplaşmaya başladım. “Müstakil Beden” bu anlamda benim en duygusal yanım. Belki de hiç kimseye anlatamadığım sırrım. Bu çalışma biraz da beni bana ve okuyuculara anlatma şansını doğurdu. 

Böylece size gazeteci, editör, yazar, eleştirmen unvanlarının yanında, aynı zamanda şair de diyebilir miyiz?

Kesinlikle bir eleştirmen değilim. Sanırım internette bir yerde böyle bir ifade yer aldığı için bu tanım karşıma çıkıyor. Fakat dediğim gibi, kesinlikle bir eleştirmen değilim, olamam da. Kendimi gazeteci ve yazar unvanlarına ait hissediyorum. Bu unvanların yanına “şair” ibaresini eklenmesi konusuna gelecek olursak, sanırım bu benim söyleyebileceğim bir şey değil. Sebebi de Türkiye’de Cemal Süreya, Özdemir Asaf, Turgut Uyar gibi isimler varken, çıkıp da kendime şair diyecek olmam söz konusu dahi olamaz. Yalnızca okuyucular bunun kararını verebilir. Kendime şair demiyorum, çünkü şiirlerimin hiçbiri hayal üzerine yazılmış değil. Aslolan, şiiri yaşıyorum, özümsüyor ve anlatıyorum. 

Ve yavaş yavaş yeni kitabının içeriğine girmeden evvel dikkatimi çeken bir şeyi daha sormak istiyorum, kendisine: Kitabın ismi… “Kitap ismi size nasıl çağrıştı ya da neden “Müstakil Beden”?”

Kitapta yer alan şiirlerin çok büyük bir çoğunluğu yalnız yaşadığım bir dönemde kaleme alındı. Bu yalnızlık sürecinin bendeki yansımaları ise duygusal anlamda farklı bir hal aldı. İnsan bedenini müstakil bir ev metaforu ile özdeşleştiğini düşünürdüm hep. Bu sebeple de bu kitabın isminin o olması gerektiğine karar kıldım.  

Müstakil Beden’in doğuşu ve yazım süreciniz de merak ettiklerim arasında… Bu konuda da söyleyeceklerinizin bir gazetecinin edebi yönünü nasıl canlandırdığına dair yol gösterici olacağına inanıyorum.

Yazım süreci çeşitli kırılganlıkların nüksettiği bir dönemde oluştu. Hayatımın ters düz olduğu bir dönemdi. İtiraf da etmek gerekirse benim için oldukça zordu da. O gibi bir dönemde yapabileceğim tek şey yaşamak ve yaşadıklarımı betimlemekti. Birkaç basit örnekle; bavul taşıyan bir kadının hüznünü görünce, oturduğum bankta vapur kaçırdığım da oldu, suyun yüzeyinde alık alık bakan balığı inceleyen tavırlarım sebebiyle deli sanıldığım anlar da. Açıkçası; hayatı yaşamak ve deneyimlemek istediğim anların küçük bir toplamıydı bu yazdıklarım. Tabii, uzunca bir süre önce hazırdı bu kitap ama bir türlü cesaret edemediğim bir şeydi. Edebi anlamda fanzin ve dergilerde yüze yakın çalışmam yer aldı ama ürettiğim ilk kitabın değeri elbette her şeyden farklıydı. Bu yüzden yaşamdan beslenip, yaşadıklarımı betimledim. Yalnızca yazmakla kalmadım. Bizzat yazılanları yaşadım da.

Öte yandan Komplike Dergi kurucusu ve genel yayın yönetmenisiniz. Yayının ve yapımın içinde yer aldığınızı görebiliyoruz, halen editörlük yaptığınızı da göz önüne alırsak kitabın redaksiyonunda kendinizi tutamayıp dâhil olduğunuz anlar oldu mu?

Hiç şüphesiz. Mesleki dezenformasyon… Büyük bir kısmını sevgili editörüm, Devrim Ekinci üstlendi. Onun yanı sıra, elbette ben de sürekli metinlerin her evresiyle haşır neşirdim. 

Öğrendiğim kadarıyla, kitapta okuyucuyu her şiir için birer illüstrasyon da bekliyor. Bu okuyucu olarak oldukça heyecan verici. Fakat yazar olarak sizin hislerinizi görsele yansıtmak konusunda ne kadar yeterli oldu, bu konuda siz neler düşünüyorsunuz?

Evet, birçok çalışmamda da olduğu gibi bu çalışmada da kolektif çalışmayı tercih ettim. Çizimlerin var olmasını istememin sebebi de farklı ruhların da katkı sağlamasını istememden ötürüydü. Her birinin kalemi daim olsun; sevgili Ayça Atbaş, Ayça Ünüvar, Berna Bal, Elif Türker, Ezgi Uzamaz, Havva Marta, İlhami Tunç Gençer, Özge Çetin, Tatiana Kirillova, Toprak Bek, Uğur Demirci ve Yetkin Yağcı gibi birçok isim çalışmasıyla yer aldı. Sevgili Hüseyin Özkan da kitap illüstrasyonu üstlendi. 

Müstakil Beden eserinde, şiirlerinizde doğa ve erotizm, yaşam ve kadın gibi karşıtlıkların yer aldığını söylüyorsunuz, bu sebeple kitabın natüralizm şiir akımını temsil ettiği kanısına varabilir miyiz?

Birkaç kez daha bu yorumu aldım. Ki ben de yazdıklarımı bu ölçütte değerlendirilmesini istiyorum. Çünkü farklı bir düzyazı tekniği bu. Birçok anlamda belli kalıplara uymayan, kendi başınalığı olan bir çalışma. Tıpkı hayat gibi, sırasız, düzensiz ama bir o kadar kuralcı ve sevimsiz. Okuyucu ne almak istediğini kavramak zorunda belki de.

Kitap kadın ve erkeğin ilişkisini mi yoksa yalnızca kadının mı estetik açıdan doğayla ilişkisini ele alıyor? Bu imgelemeye bağlı olarak, akımın doğuşunun dayandığı 19.yy şairlerinden herhangi birine esinlendiğiniz söylenebilir mi? Ya da ilham aldığınız biri var mı?

Çoğu zaman kadın estetiği ile ilişki dinamiğini ele alıyor. Fakat bu dinamik erotizm ile bağdaşmayacak kadar derin, aşk ya da ayrılık olamayacak kadar da uzak. Yazdıklarımın yoruma açık olmasının yanı sıra, realist anekdotlardır da diyebilirim. Şöyle ki; siz gündelik hayattaki bir mimik ile herhangi bir şey yaparsınız, o davranış sizin için herhangi bir şey ifade etmez ama benim için bir başka çağrışım uyandırabilir. Bu natüralizmden uzak bir realizmdir. Ben de tam bu noktada farklılaştırıcı etkenler yaratma taraftarıyım. Bu sebeple de, ne bir esin ne de bir ilham kaynağım yok. Esinlendiğim tek bir şey var; o an.

Müstakil Beden eseriniz, yazarken ve yayınlandıktan sonra size neler kattı? 

Yakınlarım benim ciddi, duygusuz, katı bir insan olduğum konusunda hemfikirler. Bu çalışma sonrası biraz bu duvarın yıkıldığını görüyorum. Çünkü meslek gereği birçok insan benim sorgulayıcı ve kapı duvar bir insan olduğum kanısında birleşmiş durumda. Bu sanırım biraz bu imajı kırmaya yaradı! (Gülüyor)

Yazmak eyleminin aynı zamanda kurumsal kısmında da yer aldığınıza bakarak, okuyucunun edebi eserinize tepkileri ve eleştirileri ne yönde oldu?

Şiir, yazdıklarımdan çok ama çok farklı bir tarz olduğu için ilk başta şaşkınlıkla karşılandı. Çünkü nepotizm konusunda bir çalışma yaptıktan sonra insanların bakış açıları da bu sebeple çeşitli ivmeler kazanıyor. Oysa gelecekte birçok farklı şey daha olacak. Zamanla bu tepkilere alışmak gerekiyor.

Yakın zamanda planlanan imza gününüz varsa ya da okuyucularınıza iletmek istediğiniz bir not, buradan duyuralım isterim. 

Koronavirüs sebebiyle bu tür organizasyonlara ne yazık ki sıcak bakamıyoruz. Normal şartlarda Ağustos ya da Eylül ayında planlanan bir lansmanımız olacaktı. Aynı zamanda imza günü de düzenlenecekti. Fakat bu dönem böyle bir şey yapmak imkânsıza yakın duruyor. Toplum sağlığını da tehlikeye atacak bir şey yapmaktan kendimizi alıkoyuyoruz. O nedenle bu yol hiçbir etkinlik olmayacağını söyleyebilirim. Tabii ki okuyucularımıza ek olarak söylemek istediğim tek şey, sağlıklarına dikkat etmeleridir.

Bundan sonra da yazmaya devam edecek misiniz, aklınızda yeni fikirler var mı, bambaşka bir kitap tarzıyla karşımıza çıkma ihtimaliniz nedir?

Elbette. Karantina dönemi öncesinde senaryo yazımı ile ilgili çalışmalar yürüttük. Bu işin inceliklerine dair birçok yeni şey öğrendim. Yeni yılda kendisi ile orta metraj bir film hazırlayabiliriz. Bunun gelişmenin dışında, her yıl yeni bir kitap yayınlamak gibi bir düşüncem var. Yeni yılda sanıyorum ki bir de novella yayınlayacağız. Her ikisinin de henüz tarihi net değil ama böyle bir şey söz konusu. Umarım her şey normale döndüğünde güzel günler bizi bekliyor olur.

Röportaj: Yusuf Ertuğral I 29 Eylül 2019

Latince “nepot” kelimesinden türeyen “nepotizm” günümüzde gerek ülkemizde gerekse de dünyada her geçen önemli bir sorun olarak kendini hissettirmeye başladığını gözlenmekteyiz. Kısaca, “akraba ve arkadaş” kayırmacılığı olarak tanımlayabileceğimiz Nepotizm İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 21. maddesine aykırıdır. Buna rağmen birçok ülkenin bürokrasisinde bir şekilde yayılmakla birlikte ciddi tepkiler ve tedbirlerde alındığını görmekteyiz. Örneğin, 2017 Fransa’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Fransa sağının cumhurbaşkanı adayı olan ancak seçimin ilk turunda elenen François Fillon hakkında, “eşi ve çocuklarını danışmanı olarak çalıştırdığı” iddiaları ortaya atılmış Fillon ise iddiaları kabul ederek, bu durumun yasalara aykırı olmadığını belirtmişti. Fransız Ulusal Meclisi çok geçmeden 2017 yılında bu konu üzerinde bir yasa tasarısını gündemine taşıyarak meclise sunmuştu. Hazırlanan yasa tasarına göre milletvekillerine, yakınlarını çalıştırma yasağı getirirken tasarıyı Emmanuel Macron’un kurucusu olduğu Cumhuriyet Yürüyüşü Hareketi, Merkez Sağdaki Cumhuriyetçiler Partisi ve Demokrasi Hareketi desteği ile kabul edilmişti. Söz konusu onaylanan yasa tasarısıyla Fransa’da milletvekillerinin birinci derece yakınlarının çalıştırmaları yasaklanmıştı. “Kamuda iş ahlakının geliştirilmesi” adı verilen yasaya göre milletvekillerine birinci derecede yakınlarının çalıştırılması yasaklanırken, yasaya uymayan vekiller 45,000.-EUR para cezası ve üç ay hapis cezasına çaptırılabilecek.

Neopotizm kavramı, Türkçe’de her ne kadar “akraba, arkadaş” kayırmacılığı olarak tanımlanıyor olsada bahsi geçen bu terim için yapılan tanımlar konunun hangi açıdan ele alındığına göre değişiklik gösterebileceğini göstermekte. Zira kayırmacılığın sadece eş-dost kayırmacılığından daha ziyade siyasal- dinsel kayırmacılığı ve iktidar- seçmen kesimlere yönelik kayırmacılığı farklı terimlere giriyor olsa da bu Nepotizm terimi başlığının altında tartışmaya açıktır. Konu nepotizm ve topluma etkisi olunca, bu konularda önemli araştırmaları ve kitap çalışması bulunan Komplike dergi genel yayın yönetmeni Güney Güneyan’ın konu hakkında görüşlerini almanın faydalı olacağı değerlendirilmiştir. Bu çerçevede, Sn. Güneyan’ın yakın zamanda çıkan “Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk” adlı kitabı ile yoksulluk ve nepotizm ile bağının olduğunu üzerine görüşlerini bizimle paylaşmıştır. Aşağıda dergimizin editörü Yusuf Ertuğral’ın Sn. Güneyan’la gerçekleştirdiği söyleşide görüşlerini bulabilirsiniz.

Nepotizmin günümüzün toplumsal bir sorun haline gelmeye başladığını gözlemliyoruz. Peki Latince’den türeyen nepotizm nedir? Ve “Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk” adlı kitabınızda kısaca neyi anlatmaya çalışıyorsunuz?

Etimolojik anlamı nepotizm sizin de belirttiğiniz üzere  Latince’den türetilmiş olsa da Türkiye’deki yansımalarına bakıldığında daha korkunç bir hale evrildiğini görüyoruz. Bugün Türkiye siyasetine bakıldığında nobran kişiliklerin, şoven milliyetçiliğin ve siyasi fanatizmin izlerini görürüz. Türkiye halkı nepotizm kelimesini pek tanımıyor olsa da hayatlarının her alanında karşılaştığı, yüz yüze geldiği ve ne yazık ki bu sebepten ötürü işini, aşını, hayatını kaybettiği nepotizmi tanır hale geldi. Ben de ilk kitabım “Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk” aracılığıyla bu sorunlara bir parantez açmak istedim. Nihayetinde sosyal dışlanma ve yoksulluğun oluşmasına öncülük eden birçok sebep var ama nepotizm sebebiyle atanamayan, işsiz kalan, işi elinden alınanlara dikkat çekmek isteyen ve liyakat yoksunu bir yönetimin doğurduğu sorunları eşeliyor. Nepotizm Hipotezi de bu tatsızlıkları, usulsüzlükleri, yolsuzlukları, yanlışları ve pek daha fazlasını genç bir gazeteci gözüyle naçizane de olsa irdelemeye çalışıyor.

Yorumunuzdan yola çıkarak nepotizm kavramını adam kayırmacılık olarak ifade ettiğinizi anlıyoruz. Peki siyasal ve dinsel kayırmacılık ve iktidar ile seçmen arasındaki kayırmacılığı da aynı tanım içerisine koyabilir miyiz? Ayrıca bu durum toplumlara nasıl yansımaktadır?

Siyasal ve mezhepsel kayırmalar çok da farksız sayılmaz fakat bugün iktidar ile seçmen arasında kurulan organik bağın sebebi nepotizm ve ötesini sorgulamamıza yarıyor. Öyle ki; klientalizm diye de bir kavram var. Nepotizmden biraz farklı olarak eş, dost, akraba kayırmacılığının da ötesinde yer alıyor. Çünkü himayecilik ve kayırmacılık anlamını taşıyor. Bu konuyu şöyle açabiliriz; az önce de dediğim gibi herhangi bir parti ile organik bağı olmayan bir bireyin Türkiye’de başarıya ulaşması çok ama çok zor. Eğer iktidar ile organik bir bağınız yok ise yeterince destek göremezsiniz. Destek göremezseniz kurulması istenen bu çıkar ilişkisini yürütemezsiniz. Ve eğer bu ilişkiyi yürütemezseniz de ortaya çıkacak sonuç bir bakıma bellidir. Yani ya nepotizm ya da klientalizm imdadınıza koşmak zorunda. Aksi halde her ne yapıyorsanız yapın, bir şekilde işlerinizin tıkandığı yerde buna ihtiyaç duyarsanız. Ve ihtiyaç halindeki insanın da pek de öyle bir şeyi enine boyuna düşündüğü görülmemiştir. Dolayısıyla bir açıdan sizinle bir bağ kurulmalıdır. Bu bağı ya sizler kurarsınız ya da kurmak zorunda kalırsınız. İşte bu noktadan olaya bakınca da toplum nezdindeki yansımalarını da elde etmiş olursunuz.

 Avrupa’da yükselen popülizm ve aşırı sağın yükselişinde sizce nepotizm mi var?

Hiç şüphesiz, tartışmasız! Geçmişten bugüne değin Orban, Trump, Netanyahu ya da Erdoğan’a bakıldığında ortaya çıkan tablo size siyasi bir aile oldukları gerçeğini gösterir. Elbette sağ popülizmin yükseliş sebebinin yer yer farklılık sergilediği çok açık. Fakat tümünü aynı kalıba koyamayız. Sağ popülistlerin ortak stratejileri bulunuyor. Ve otoriter yönetimleri sayesinde aralarındaki bağ da bu sebepten ötürü aynı.  Oldukça militer bir milliyetçi akım, saldırgan bir siyasi fanatizm var. Ve fanatiklerin otonom şekilde hareket ediyor. Yükselişlerine gelecek olursak da elbette nepotizm öğeleri yine ve yine var. Siyasi aile dediğimiz şey de bu aslında. Güçlü kalabilmek için elde edilen gücün kendilerinde kalmasını istiyorlar. Bunu da siyasilerin sağ popülizm sayesinde gerçekleştirdiği mastürbasyon olduğunu düşünüyorum.

Peki son yıllardaki Avrupa’daki ekonomik gerçeklikler ile yoksulluk durumunu nasıl görüyorsunuz? Bunu nepotizmin sebepleri ile açıklayabilir miyiz sizce?

Dünya geneline hakim olan nepotizm hastalığı, en azından Avrupa’da pek görülmüyor. Avrupa’da siyasetin daha şeffaf olduğu ve homojen yapılarının korunduğunu söyleyebiliriz. Fakat ekonomik açıdan yaşanan yoksulluğun en temel sebebi olarak Amerika Birleşik Devletleri’ndeki finansal çöküş öne atılıyor ama Avrupa Birliği üyesi ülke ekonomilerine bakarsanız eğer, krizin derinleşmesinin sebebi gelir dengesizliğinin yaygın olmasından kaynaklanıyor. Ekonomist değilim ama Avrupa Birliği yatırımlara teşvik etmediğini, sorumlu mali politikalar üretmediğini ve de planlanmış reformları uygulaması gerektiğini rapor edildiğini bilmekteyim. Bu açıdan bakıldığında üretkenliğin artması ve buna paralel olarak kamu borçlarının azaltılması işe yarayacaktır. Dolayısıyla doğrudan nepotizm ile bir bağının olduğunu söyleyemem. Zira bu durumu Türkiye nezdinde sorsaydınız uzun uzadıya gerekçeleri sıralayabilirdim.

Son olarak sizce ne yapılmalı ya da nasıl bir yol haritası çizilmelidir?

Kolay olacağını söylemek çok optimist bir düşünce olur. Zor mu derseniz de değil. Türkiye açısından bakıldığında şeffaf yönetim modellerinin benimsenmesi, sosyal belediyecilik kavramının özümsenmesi ve liyakat odaklı çalışma modellerinin kurulması ilk adım olabilir. Yolsuzlukların son bulması, gelir dengesizliğinin durdurulması ve üretimin gerçekleştirilmesi ikinci adım olacaktır. Üçüncü adım ise alınan göçleri ve mülteci politikalarının gözden geçirilmesidir. Dördüncü ve belki de son adım ise Çin ekonomi modelinin Türkiye’de uygulanmasıdır. Aksi halde dışa bağımlı, ekonomik özgürlükten uzak, günden güne küçülen bir gelişmekte olan ülke statüsünde yerimizde sayarız. Ki bu, Türkiye gibi bir ülke için üzücü ve utanç verici bir durumdur.

Röportaj: Haber Merkezi I 21 Agustos 2019 

Türkiyeli gazeteci ve yazar Güney Güneyan, Ermeni Haber Ajansı’na konuştu. Sosyal bilimler ve ve kültür dergisi Komplike’nin genel yayın yönetmenliği yapan Güneyan, Haziran ayında okuyucuların dikkatine sunduğu ilk, “Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk” başlıklı kitabını tanıttı ve Ermeni kültür mirasıyla, Ermenistan-Türkiye ilişkileriyle ilgili sorularımızı da cevapladı.   

Öncelikle ilk kitabınızın yayımlanması münasebetiyle tebrik ediyoruz. Kitabınızın başlığı “Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk”. Biraz anlatır mısınız neden özellikle bu konu üzerinde durdunuz? Türkiye toplumunda nepotizm gelenekleri belirgin bir şekilde yaşamaya devam ediyor mu? 

Teşekkür ederim. Türkiye gerek politik gerek ekonomik şartlar sebebiyle yıpranan bir ülke. Bu yıpranma da bildiğiniz üzere mevcut her iktidarla birlikte yeniden törpülendi. Nepotizm kavramına bu açıdan baktığımızda yeni bir fenomen olduğunu söylemek çok gülünç olur. Çünkü en küçük bir işletmeden tutun da herhangi bir kamu kuruluşunda da bu tür benzeri olgulara rastlamak mümkün. Bu yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada böyle işleyen bir sistem. Dünyada dahi kabul gören bu olguların bir anda yok edilmesi neredeyse imkânsız denebilir. Siyasilerin ağzından düşmeyen liyakat kelimesi tam da bu sorunun önemini vurguluyor. Liyakatin olmadığı yerde nepotizm yer bulur. Ve bu da bir ülkeyi çöküşe dek götürür. Birden olduğu görülmez, evet. Fakat bilinmelidir ki; nepotizm içerisinde bulunduğu tüm yapılara zarar verir. Kitapta da bahsettiğim bazı ara başlıklar bu durumu kıyısından köşesinden irdelese de tam anlamıyla bu tanımı açıklamamıza yetmiyor. Siyasi fanatizm, yetersiz formasyon, şoven milliyetçilik ve daha nice sebepten ötürü nepotizm Türkiye toplumuna etki etmiş durumda. Türkiyelilerin tümü de bu kavramı artık tanıyor, biliyor. Burada tek sorun bununla nasıl baş edeceğini bilmemesidir. Bu noktada da gerçeklikten uzak ve irrasyonel düşüncelere kapılıyorlar. Bu sebepten ötürü, toplum da siyasiler de toplumdurumsal olaylara realist bir bakış açısıyla yaklaşamadıkları için bu sorunun daha nice yüzyıllar boyunca Türkiye’de varlığını korumasına ön ayak olacak bir yanlışı bu topraklarda palazlanmasını sağlıyorlar.

Sizce nepotizme daha çok hangi toplumlar yatkın ve bu bağlamda ne gibi tehlikeler görüyorsunuz özellikle Türkiye toplumunda?

Herhangi bir ideolojiye körü körüne bağlanan, bu birliktelikten güç alan, bu güçten dolayı da savunduğunu düşündüğü ideoloji yüzünden güç gösterisi yapan birtakım gruplar asıl tehlikeyi oluşturuyor. Nitekim Türkiye’nin ahlak, asayiş, işsizlik, enflasyon, fikir özgürlüğü, laikliğin korunması, rüşvet, yolsuzluk ve daha birçok sorunu var. Az önce de dediğim gibi, o tehlikeli gruplar dolayısıyla adaletsiz bir durum var. Bu sorunları oluşturan etkenler ayrı ayrı birer bütün. Türkiye bu sebepten ötürü hiçbir zaman kendisiyle barışık bir ülke olamadı, olamayacak gibi görünüyor. Bugün nepotizm çok önemsenen bir sorun başlığı gibi durmuyor olabilir.  Fakat dogmatik yaklaşımlar yüzünden siyasi fanatizm körükleniyor. Bu siyasi hareketlilik ve ideoloji kayırıcılığının sütüne nepotizm de eklenince akıl karı bir formül çıkmıyor. Farklılıklardan doğan çeşitliliği reddetmek kabul görüyor. Esnek olmayan sabit fikirliliğe rağbet gösterenler ise fanatizmden besleniyor. Tehlike de işte burada ortaya çıkıyor. Yarın ya da diğer gün, dileğim olmaması ama gelecekte eğer çeşitli bir sebepten ötürü siyasi bir kavga başlarsa eğer, nepotizmin sadece akraba kayırmacılık olmadığını anlayacak duruma geleceğiz. Bu en amiyane tabiri ile kraldan çok kralcı olmak gibi adlandırılabilir. Dikkat çekilmesi gerekilen nokta da tam olarak bu. Dikkat edilmeli ve geçmişten ders alınmalıdır. Aksi halde zaten çürümekte olan bir sistemin kim olduğu belirsiz bir güruha teslim edildiğine şahit oluruz.

Ermeni kültürü de ilgi alanınızda yer alıyor mu, Ermeni toplumun kültürel ve sosyal katkılarıyla ilgili araştırmalar yaptınız mı veya yapmayı düşünüyor musunuz?

Ermeni kültürünün ilgi alanım olduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü bu kültür hayatımın bir parçası ve bu kültüre dair bir şeylere dahil olmak benim için bir onur. Kurucu genel yayın yönetmeni olduğum Komplike Dergi’de görev alan birçok Ermeni dostum, çalışma arkadaşım var. Bir bakıma gerek kişisel yaşantımda gerek ise çalışma arkadaşlarımız sebebiyle Ermeni kültürüyle tanışıklığım çok uzun zaman öncesine dayanıyor.  Bu kültürel çeşitliliğe dair somut bir çalışma bir çalışma yapamadım. Gelecek süreçte bu kültüre dair bir çalışma yapmak istediğimi çok sevgili Tatul Anuşyan ağabeyime iletmiştim. Henüz vaktinin gelmediğini düşünüyor ve uygun zamanı bekliyorum.

Ermeni zengin kültürel mirasından bahsederken Osmanlı Devleti ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde bunun acımasızca yok edilmesi bilinen bir gerçektir. Ermeni Kiliselerin yok edilmesi veya ahırlara dönüştürmesi, Türklerin Doğu Anadolu dedikleri bölgeden Ermenilerin kültürel ve tarihi izlerinin silinmesi bu politikanın bir parçasıdır. Bu konular hakkında sizin düşünceleriniz nedir?

Kültür Bakanlığı’nın bu tür şeylerle çok da ilgilenmek istediğini veya ilgilendiğini düşünmüyorum. Çünkü Bitlis, Tatvan’da bir kilise için koruma altına alınmasını istenmesine rağmen konuya dair bir şeyin yapılmadığını biliyoruz. Kararı önemseyen de ilgilenen de yok. Her gün yıkılıyor, dökülüyor. Çağrı ya da ikaz edilmesine rağmen kulak asılmıyor. Bunun sebebi de aleni bir gerçeği bilmekten geçiyor. Ne kadar çok gizler ya da görmezden gelirsen, o kadar kanıksanır ve unutulur. Bunun mantıklı bir açıklaması da olamaz, aklıselim bir davranış olduğunu savunan da. Bu şehirlerde herkesin çeşitli izleri, imgeleri vardır. Fakat kanıksanmasını o kadar çok ister ve arzularlar ki; gerçekleri görmek akıllarına dahi gelmez. Biraz insaflı olunsa ve empati kurulsa zaten her şeyin çözümü olduğu görülecektir.

Günümüzde Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Geleceğe yönelik ne beklentiler olabilir? Mevcut sorunlar sizce sadece politik sorunlar mı yoksa toplumlar arasında da sorunlar var?

İki ülke arasında birçok sorunun var olduğunu biliyoruz. Fakat aynı bölgede yaşayan birçok ülke, birçok ortak özelliği ve çıkarı barındırır. Bu birinci sebep, evet, politik. Elbette önkoşullar sebebiyle gerilen iki ülke olabilir. Ancak bu iki ülke ancak müzakere ederek pozitif bir sonuca varabilir. Çeşitli çıkarlar sebebiyle Ermenistan ile Türkiye’nin kurduğu ikili ilişkiyi yıpratmak isteyenler için birçok sebep vardır, doğrudur. Gelecekte barış içerisinde yaşamak için başarmak için sorunların çözüme kavuşması gereklidir. Burada gerek Ermenistan gerek ise Türkiye yapıcı adım atmadığı sürece her iki toplumun da birbirine düşman olarak görmesi muhtemel değil de nedir? Unutulmaması gerekilen şeyler var. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bürokrasi de ekonomi de maliye de idari de sanat da ve birçok önemli noktada Ermeniler yer alıyordu. Birbirine bu denli benzeyen, iç içe geçmiş, bir arada olan ama bir o kadar da ayrı kalmak zorunda olduğuna inandırılan başka bir ulus olabilir mi? Keşke olmasa!

Röportaj: Elif Hayvalı I 21 Aralık 2019

Geçmiş dönemde gazetemizde iki yıl kadar görev almış, başarılı yazarlarından Güney Güneyan, Kutlu Yayınevi tarafından yeni kitabı “Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk” ile karşımıza çıktı. Yeni yıldan bu yana Milliyet gazetesi yaşam kategorisinde sosyoloji alanında yaptığı çalışmaları gerçekleştirmek üzere ‘’Toplumsal Analizi’’ adlı köşesi ile büyük okuyucu kitlesi yakalayan başarılı gazeteci, bu kitabı ile de özellikle ülkemizin gerçek sorunlarını ele alıyor. Bizler de uzun zamandan beri tanıdığımız, güçlü kalemi ile gurur duyduğumuz Güney Güneyan ile bir araya geldik. Şimdi sizlerle…

Güneyciğim merhaba. Tanıdığın birinin verdiği o rahatlıkla röportajımıza başlayalım istiyorum. Nasılsın?

Merhabalar Elif, gazetemizi özlemiştim. Burası benim bu mesleği sevmeme sebep olan ikinci yuvamdı. Buraya özlemim dışında pek iyiyim. Umuyorum ki sen de iyisindir.

Uzun zamandır epeyce yoğun olduğunu biliyorduk. Hem sürekli devam eden işlerin hem de kitaba yoğunluğun vardı. Nasıl gitti süreç?

Yoğunluğumun dindiğini söylemek pek mümkün olmuyor. Halen bir yoğunluğun içerisindeyim. Biri biterken diğeri başlar ya, benim ki de o hesap. Yaklaşık bir buçuk yıllık bir süreç sonrasında kitabı tamamlayıp, editörüme ilettim. Son okumalar ve redaksiyonlar derken bugüne geldik. Kitabın yazım aşaması bittiğinde Kutlu Yayınevi etiketiyle satışa sunduk. Oldukça mutluyum. 

Gelelim bu güzel toplumsal yaşamı, sosyolojik açıdan bizleri anlamlandıran kitabın “Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk”a. Sen zaten bu alanda araştırmalar, gözlemler yapıp bunları okuyucularınla paylaşıyordun. Kitap fikri nereden ortaya çıktı?

Senin de dediğin gibi, gazetemizde de gazetemiz öncesinde görev aldığım ilk yerel gazetede de bu konulara yoğunlaşmış haldeydim. Bir bakıma bu benim yaşadığım sosyal çevrenin bende yarattığı etkileriydi. Basın mensubuysanız ve kozmopolit bir yerde büyüdüyseniz eğer, bu durumların sizlere kattığı çeşitli şeyler şüphesiz ki oluyor. Görev sürem boyunca daha çok sosyal problemlere yönelik çalışmalar yapıyordum. Yoksulluk, sosyal dışlanma, emek ve haksızlıklar benim çalışma alanımdı. Dilimin sivri olduğu söylendi. Siyasi şeyler yazıyor olsam da bunlar yayıncıları zor duruma sokuyordu. Yazdığım zamandaysa çeşitli davalar ve muhtelif birçok şeyle karşı karşıya kalıyordum. Bu benim için önemli olmasa da yayın için önem arz ediyordu. Çünkü baskılarla yürütülen bir süreç var. Sonrasında baktım olmayacak, bunları kitaplaştırma gereği gereği duydum. Çünkü böylelikle bundan doğacak sorunlardan yalnızca kendim sorumlu olacaktım. Düşüncelerimi derledim, topladım. Sahaya da indim, araştırma da yaptım. Raporları inceledim. Bulgular bir zaman sonra kanıt oldu ve bir zaman sonra kitabın ilk taslağını oluşturmuş oldum. Altı ay boyunca da bu konuyu tamamlamak üzere çalıştım. Sonrasında bugünkü forma kavuştu. 

Şimdi, bilmeyenler için önce kitabın başlığından söz edelim istiyorum. Benim bildiğim kadarıyla ‘nepotizm’ özellikle iş yaşamlarında kişilerin yakınlarına, aile ve akrabalarına yaptığı kayırma, yani ayrıcalık diyebilirim. Yani bu konu üzerine bir önermeye yer veriyorsun. Bunu açar mısın? 

 Evet, senin de dediğin gibi nepotizm kelime anlamıyla akraba ve adam kayırmacılığı ifade ediyor. Liyakattan yoksun yapıları, adam kayırmacılığı ve bunların meydana getirdiği yapıyı ele alıyor. Bu sadece Türkiye’de olmuyor. Tüm dünyada gelişigüzel bir biçimde ne yazık ki bu gerçekleşiyor. İçerisine dahil olduğu yapıları zehirliyor. Ve bu da gerek kamuda gerek ise kamu dışındaki tüm alanlarda içerisine dahil olduğu yapının bünyesini zayıflatıyor. Aslında kitabın ana teması Türkiye’nin sorunları, evet ama insanların şartları en büyük sorunumuz nedir peki? Yolsuzluk, adalet, ifade özgürlüğü, yargıya güvensizlik, vergi sistemi Türkiye insanının en başlıca sorunu. Dışa bağımlılık, üretimin yapılamaması ve eğitim sisteminin dibi sıyırması ise en büyük sorunlarımızın bir diğer ana başlıkları. Aslına bakılırsa çok ama çok sorunun olduğunu herkes biliyor. Bunun da farkında olarak hareket de ediyor. Fakat iyileştirici düzenlemeler ve sorun odaklı çözüm arayışları olmadığı için çözümsüz kalan nice problemimiz var. Türkiye’nin sorunları azımsanmayacak kadar çok. Buna rağmen bu sorunların yok sayılması da tesadüf değil. 

Peki bu kadar güzel bir coğrafi yapıya sahip, ve sevgili Atamız Mustafa Kemal’in armağanı cumhuriyet ülkesi olarak neden geriliyoruz. Neden Avrupa’dan üstün bir ülke değiliz; olamadık?

Almanya Başbakanı Angela Merkel Atina ziyareti kapsamında Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik süreci ile ilgili açıklamalarda bulunmuştu. Hatırlarsan, Merkel düşünce ve basın özgürlüğü ve dini özgürlükler alanlarındaki kıstasların hiçe sayıldığını ifade etmişti. Sarsılan ekonomi, seçim yorgunluğu, üretim, turizm, bürokrasi, anti demokratik unsurlar, siyasilerin tutumları ve nice sebep bir araya gelince elbette bu günlerin meydana gelmesi muhtemel bir durum. Düzelir mi dersen, evet ama bunun çok ama çok vakit alacağına hepimiz hemfikiriz.

Kitapta en doğru olan ve gerçekten çözülmesi gereken konudan biri yoksulluk ve dar gelirlilik. Bizi yoksullaştıran ana temel nedir?

Kitapta, üzerine basa basa söylediğim şey şuydu; gelir dengesizliği. Nitekim sorunun öbeğinde bu durum var. Türkiye insanı olarak yoksullaşmamızın en temel sebebi birilerinin daha zengin olması. Öte yandan bu zenginliğin sebebine bakıldığında ise gelir dağılımındaki uçurumlar sebebiyle var olduğu görülüyor. Birileri birilerine birileri için para akışı sağlıyor. Birileri de bu sebepten dolayı fakirleşiyor. Enflasyon verileri ortada. İşsizlik had safhada. Kitabın ara başlıklarından birinde çalışan yoksul profilinden bahsetmiştim. Bireyler çalışıyor ama halen yoksul. Çünkü popülasyon artmış durumda. Artan bu popülasyon ise vatandaşa kendini daha farklı şekilde gösteriyor. Göç ve mülteci sorunu, ekonomik küçülme ve enflasyon, işsizlik ve pek daha fazla neden bir araya gelince de ortaya bu tablo çıkıyor. Kitaptan tamamen söz etmek istemiyorum ki merak edip okunsun. Kısaca toparlayacak olursan bu kitabın sonucunda ne olmasını umut ediyorsun? Kavramın tanınmasını amaçlıyorum. Bu sebepten ötürü de elimden gelen çabayı sarf ediyorum diyebilirim. Çünkü halk bunu fazlasıyla tanıyor, biliyor ve uygulanmasına şahit oluyor. Fakat bugün dışarı çıkıp soracağınız zaman nepotizm kavramının ne olduğunu açıklayabilen kişi bir elin parmağını geçmeyecektir. 

Peki bu zamana kadar hangi yazar, düşünce adamının tezlerini beğendin? Sevdiğin ya da haklı bulduğun sosyolog ya da filozoflar kimlerdir?

Düşünce insanları olarak Ioanna Kuçuradi ve Slavoj Zizek’in makalelerini okuyorum daha çok. Ayrıca Ulus Baker ve Gustave Le Bon benim için apayrı bir yerdedirler.

Çok kısa seni tanıyalım istiyorum gazetecilik yaşamın nasıl başladı Güney? Şimdilerde nerelerde yazıyorsun?

Mesleğe 2011 yılında muhabirlikle başladım. Yerel bir gazetedeydim. Sonrasında orada çeşitli makalaler de yazmaya başladım. Aynı yıl birkaç atölyeye katıldım. Çeşitli edebiyat dergilerinde yazmaya başladım, ardından bu bir süre daha devam etti. 2011 ile 2016 yıllarında durmaksızın yazdım. Bu zaman diliminde bir dergi yayına hazırladım. Batış yaşadık ve sonrasında sektörle bir küskünlük girdi arama. Ardından ikinci yuvam diyebileceğim bu gazetede görev almaya başladım, biliyorsun. Burada iki yıl kadar röportörlük ve köşe yazarlığı yaptım. Başka bir gazeteden teklif aldım ve yuvadan uçtum. Kitabımın yayımlanması sonrasındaki süreçten bu güne değin de Milliyet’te naçizane üretmeye çalışıyorum; tabii bir de kurucu genel yayın yönetmenliğini yürüttüğüm Komplike Dergi’de…

Günümüzde sadece kitap çıkarmak için çıkaran bir amacı, bir mesajı, bir öğretisi olmayan kişilerin yoğun olduğu bu dönemde, özellikle genç arkadaşlarımızın sosyoloji alanında bizleri aydınlatması oldukça mutluluk verici. Sen asıl görüyorsun günümüzdeki yazarları?

Dürüst olmam gerekirse, yaptığı işin ciddiyetinde olmadıklarını görüyorum. Çünkü yüzyıllar geçse de taraflarından yazılan, çizilen her şeyin sonsuza dek var olmayacağını bilmiyormuşçasına hareket ediyorlar. Belki de bilmiyorlardır. Tabii burasını bilmiyorum ama bugün bir araya getirdiğimiz tüm kelimelerin sonsuza dek var olarak kalacak. Kimisi ön plana çıkacak, kimisi unutulmaya yüz tutacak. Fakat yaptığı işin ciddiyetine varmayanların başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Haydi diyelim ki başarılı da oldu, bu da kalıcılık esaslı olmayabilir. Bir yazar sorumluluk sahibi olmalıdır. Aksi halde varlığının çok da esprisi kalmaz. Bunun en büyük nedeni kitap okuma alışkanlığımız olmaması hatta eğitim seviyemizin neredeyse yok olması diyebilir miyiz? Pek tabii diyebiliriz. Çünkü kitap da birçok kimse için bir meta işlevi görür. Bu kişiler için kitap bir objedir; nesneden farksızdır. Onu kullanır; kahvesinin yanında, çayırda, çimende. Her şey bu tür bir organizasyonun parçası olarak kalır. Doğal olarak gerek okuma alışkanlıklarının olmaması gerek ise nitelikli bir okur profiline sahip olunmaması sebebiyle bu tür şeylerle sıklıkla karşılaşırız. Bir gazeteci, bir yazar olarak fenomenlerin ya da takip edilme nedeninin neden kaynaklandığını bilmediğimiz birçok kişinin sevildiği sosyal medya platformunda, bu kadar çabuk ünlü olmasına şaştığımız dönemde, en azından senin sevenlerinin çok olduğunu görüyoruz. Bu sevindirici. Fakat gerçekten üzülesice olan bu durumu nasıl değerlendiriyorsun? Bence hitap edilen kitlenin genel yapısının yetkinliğiyle alakalı bir durum o. Yani şöyle ki; çok satan ama oldukça berbat kitaplar yaratan bir yazar olmak istemezdim. Veya çok fazla okunan ama yazılarında insana değer katan hiçbir şeyin var olmadığı bir köşe yazarı olarak da kendimi görmek istemezdim. Burada kıstasın kitle olduğunu düşünürsek eğer, evet, söylediklerim anlamını kaybeder ama başka bir açıdan bu kitlenin yetkinliğiyse bahse değer olan şey anlam kazanır. Ezcümle, benim için sayıların değil, nicelik ve nitelikler daha önemli.

Aynı zamanda bir medyacı olarak maalesef ki yazılı basının öldüğü bu zamanlarda nasıl bir yol izlemeyi düşünüyorsun? 

Gerek kişisel işlerimde gerekse kurucusu olduğum Komplike Medya Grubu’nda her şey dijitalleşme özelinde işliyor. Dünya çok uzun bir süredir dijitalleşiyor. Bu sebepten ötürü elbette değişimlerin yarattığı sancılı süreçleri de hissediyoruz ama her ne olursa olsun dijital yayıncılık çok önceden bu yana var olan bir yayın türüydü. Türkiye’ye gelişi bir hayli zaman aldı. Yine de dijitalleşmeden yana mutluyum. Yalnızca herkesin popülist olduğu bir dünyada, kendi doğrularını savunmalıyız. Aksi halde kazanç odaklı medyacılık anlayışından doğan problemlere boğuşmak zorunda kalırız.

Her şeyi tüketip, her şeye ulaşan biz insanları sence nasıl bir son bekliyor?

Tüketim çılgınlığı bu devrin hiç şüphesiz en büyük sorunsallarından biri. Her gün daha farklıya, daha yeniye, daha gösterişlisine eğilim sağlayan bir güruh var. Tüketim oburluğu kavramını tam anlamıyla yaşıyoruz. Gelecekte de yaşıyor olacağız. İnsan, asla insan olmakla yetinmez. Kültür ya da tüketim oburluğu, adına ne derseniz deyin, sonucunda varacağımız şey şu olacaktır; belirsizlik. Bu belirsizlikte de ne olacağını kestirebilmek inan ki zor.  Yakın gelecekte ne tür projelerle karşımızda olacaksın? İkinci kitabım çıkacak. Onunla ilgili çalışmalar sürdürüyorum. Yani hep olduğu gibi yine tatlı bir yoğunluk içerisindeyiz. Bunların dışında Komplike Dergi’nin görsel ayağını oluşturan yepyeni bir projeyi yayına hazırlıyoruz. Komplike TV ile ilgili çeşitli konular özelinde yenilikçi bir interaktif televizyon kanalı kurma fikrimiz vardı. Bu süreçte onun son halini hazırlıyoruz. Umarım yeni bir soluk getirecek, farklı bir tema ile izleyicilerimize kavuşacağız.

Röportaj: Soner Sert I 22 Mayıs 2018 

Komplike Dergi Genel Yayın Yönetmeni Güney Güneyan ile Türkiye dergiciliğinin objektif sorunlarını, internet yayıncılığını ve dergicilikte gelenek meselesini konuştuk. Kendilerini, “Düşünsel alışverişin, bilginin, yorumun gücünü önemser; böylece düşünce tarzını öğrenilir kılmayı hedeflemekte ve bu çerçevede de gelişmeye, geliştikçe de geliştirmeye önem verir. Aktüel, bilim, ekoloji, felsefe, gezi, kültür, mitoloji, müzik, psikoloji, sağlık sinema, sosyoloji, tarih ve teoloji odaklı yayım yapan alternatif yayın kaynağıdır. Biliyoruz ki; içerisinde yaşadığımız kültürel çevre her birimiz için bir dünya algısı oluşturma ve bilinçlendirme sürecinde birinci derecede etkileyici/belirleyici faktör olmaktadır” sözleriyle tanımlayan dergi ekibi, ayrıştırmaya ve ötekileştirmeye karşı olduklarının da altını çiziyor.

İlk olarak, bilimi, kültürü ya da sanatı konu edinen herhangi bir yazı kaleme alan bir yazar, derginize nasıl ulaşıyor?

Sosyal bilimler veya sanat alanında yetkin ve nitelikli her metne, her yazara, özellikle de genç kuşak temsilcileri periyodik olarak değil, sürekli olarak kapılarımızı açık bırakıyoruz. Çünkü yeni isimleri aramızda görmek bize ayrı bir haz veriyor! Yazar ekibimizde görev alan akademisyenlerden dolayı bize ulaşmaktan kendini alıkoyan yazar adayları var. Fakat böyle bir düşünceye geçit vermiyoruz. İşin mutfağına indiğimizde her bir birey bizim için eşit statüdedir. Bizler yeni isimler kazanmaya ve kazandırmaya çalışıyoruz. Bu oluşum da bu ölçütte kuruldu. Şu an yüz yirmi kişilik bir aileyiz. Giderek de sayımız artıyor. Bu heyecan verici bir durum! Yine de dilediğimiz bazı şartlar var. Herkesi kucaklamayı istesek de, bunu başaramıyoruz. Bunu daha önceki dönemde başka bir mecrada belirtmiştim, ama düşüncel alışverişi, bilginin, yorumun gücünü önemseyerek düşünce tarzını öğrenilir kılmayı hedeflediğimizi her seferinde yinelemekten dolayı kıvanç duyuyorum. Bu sebep ile internet sitemizde belirtilen şartlar dahilinde direkt olarak editörlerimize ulaşabiliyorlar. Pek uyku ile arası iyi olan bir ekip değiliz. Dolayısı ile de her an, her vakit olabildiğince yazar adayları ile aynı gün ve hatta aynı saat içerisinde dahi etkileşimde olarak, yetkinliğine uygun bir alan yerleştirmesi yapmaya çalışıyoruz.

“Belirli Ülkü ve İdeallerimiz Var”

Komplike Dergi, varoluş ve biçimleniş durumunu hangi felsefi temel üzerine şekillendirir? Düşünsel sürecinizin altyapısını hangi sözlerle anlatırsınız?

Belirli ülkü ve ideallerimiz var. Bizi okuyan, takipçimiz olan, eriştiğimiz, ulaştığımız her bir bireyi zihinsel bir yolculuğa çıkarmayı amaçlamaktan başka bir şeyi düşünememek gibi… Buna göre hareket etmek ve evrensel insan haklarını savunacak sorumlu yayıncılık örneği göstermek için var gücümüz ile çalışıyoruz. Çünkü biz zor bir şeyi denemeye çalışıyoruz. “Çalışıyoruz” diyorum, çünkü tam anlamı ile “İşte, oldu!” diyemiyoruz. Bunu demek için henüz çok erken. Var olan medya düzeninden, yıllardır süregelen genelgeçer tüm bu yayıncılık anlayışından tiksinmekten başka bir şey yapmak istememden dolayı bu oluşumu kurmayı istedim.Tüm bu anları da çok uzun yıllar hayal edip, bu hayalimin içerisine benim gibi düşünen insanları dâhil ettim. Çeşitli ideolojilerden, insanlardan ve etnik gruplardan birçok insan ile bu yola çıktık. Karşıt görüşlü birçok kimseyi bir paydada buluşturmak ise ilk amacımızdı. Çünkü eğer ancak böyle yapabilir isek belirgin bir eksiliği gidermiş olacaktık. İnanıyorum ki; bir gün Komplike Medya Grubu’nun bünyesinde farklı alanlarda da üretim olacak. Gelecekte karşıt kutupların ortak bir paydada buluşturmanın ne denli gerekli olduğunu ve bunu başardığımızda ise neler olabileceğini görmüş olacağız. Bu felsefe ile yola çıktık.

“Aradığımız Şey Metnin Yetkin Olması”

Dergicilikte editör ve yazar ilişkisini nasıl yorumlarsınız? İlk kez bir dergiye yazı gönderen bir yazarın editörle ilişkisi, ona bakış açısı ne oluyor?

Daha önce bize hiç ulaşmamış bir yazar/yazar adayı, herkese olduğu gibi eşit bir şekilde karşılanıyor. Yazar adayları bazı durumlardan dolayı o kadar kırgın ki; bizlerin onlara yaklaşımları dolayısı ile memnuniyetlerini dile getiriyorlar. Çünkü yazar adayları yayıncıya ya da temsilcisi, editörüne ulaştığında belirgin bir tedirginlik ve durulma anı yaşıyor ve o zihin muhasebesi sonrası bize yaklaşıyor. Bizler özgeçmiş istemiyoruz! Bizler bize başvuran insanların kim olduğu ile de ilgilenmiyoruz! Gerek editörlerimiz, gerek ise yönetici kadromuz ile aradığımız tek şey metnin yetkinlik düzeyinde veya üstünde olması, yazar adayının ise şeffaf ve idealleri doğrultusunda bizim kapımızı çalmış olması gerekiyor.

Geçen seneki üretiminiz nasıldı? Ekonomik krizin yaptırımı oldu mu? Krizin sürekliliğinden ve üretiminizin niteliğini etkilediğinden bahsetmek mümkün mü?

Açıkçası sıkıntılı bir süreçten geçtik. Komplike’yi zihnimde şablon olarak kurmaya çalıştığımız zamanda dahi geçmiş dönemde faaliyete geçirdiğimiz projelerin maddi yükleri vardı. Halen de var. Fakat o dönemde her şeye rağmen bir ofis kurduk ve o dönemlerden bu güne dek matbu yayın için çalışmalara başladık. “Her şey ne de güzel!” diyemesek de, bu kadar kötü bir dönem geçireceğimizi düşünmüyorduk. Hırsızlık ve pek çok olumsuz olay sonrası bir yılgınlık hali üzerimize çöktü. Bunu işimize yansıtmadık, ama bir şeyler sürekli ertelendi. Şimdi yeniden yapılanmaya çalışıyoruz. Ve bu yıl nihayet sekiz aydır yaptığımız dijital yayını Ağustos ayında matbu olarak da yayın yapmaya başlayarak taçlandıracağız.

Sosyal medyanın okur ile iletişimde dergiciliğe ne gibi katkıları oldu? İnternetin üretim ve tüketim bağlamında edebiyata etkisi sizce nedir?

Üzülerek söylemek isterim ki; edebiyat artık bir meta oldu. Ve bunu da ne yazık ki her yeni çıkan yayın ile görebiliyoruz. Ciddiyetin olmadığı, rant kapısının sonuna kadar aralandığı ve insanların bunu hiç çekinmeden haykırabildiği bir zamandayız. Bahsi geçen tüm bu yayınların varlığının ise uzun vadede sürmeyeceğine hemfikiriz. Ama şahsım adına yine de tiksindiğim anların sayısı oldukça fazla. Edebiyat bir meta değil! Hiçbir zaman da olmadı. Çünkü Ahmed Arif’in gömleği olmadığı için gidemediği randevular var iken, günümüzde “edebiyat” çatısı altında takım elbise giyip, ayakkabılarını cilalatan imtiyaz sahiplerini görmek hoş değil! Tüm bunlar bir kenara, başka bir açıdan bakıldığında da birkaç yıldır basın sektöründe yaşanan değişime hep birlikte şahitlik ettik. Nitekim sosyal medyadaki gelişmeler ile teknoloji kullanımını etkinleştirmeye yönelik sistematik eğitimler verilmeye başlandı. Hatta buna “Yeni Nesil Gazetecilik” demekteyiz. Farkında olmamak imkânsız bir şey! Çünkü küresel dünya şu an dijitalleşiyor.

İçinde bulunduğumuz yıllar itibariyle portal ve dergi sayısının artması durumunu nasıl yorumlarsınız? 70’li ve 80’li yıllara nazaran, niceliğin ve niteliğin değiştiğini söylemek mümkün mü?

Arz ve talep ilişkisinin ötesinde bir şey bu! Maddi kazanç güden oluşumlar her sektör ve alanda olduğu gibi, yayıncılık sektöründe de var. Fakat burada durum biraz farklı gibi! Çünkü bugün bir dergiye yazı iletip, ret cevabı alan bir yazar eğer belli bir çevresi var ise direkt bu işe koşuyor. Tabii, belli başlı öncelikler de söz konusu. Bu işe bir dergi açarak başlıyor. Ama işler böyle yürümüyor. Kimsenin bir şey değiştirmek gibi bir kaygısı yok! Var olan bir şeyi geliştirmek de akıllara gelmiyor. Gelse de yeterli olduğunu düşünmüyorum. Her şey bahçeye yılan basana kadar! Sonrasında camlar, pencereler kapanıyor. Ama camı, çerçeveyi pak tutmadıkça, tozlar üfledikçe dağılıyor.

Yazın dünyasının özellikle Gezi Direnişi ile beraber insanların politikleşmesi sonrası, talep görmesinin dergiciliğe olan etkisi nedir sizce? Bu durum üretiminizi nasıl etkiledi?

O dönemde askerlik durumum dolayısı ile doğup, büyüdüğüm şehirden yaklaşık bin altı yüz kilometre ötedeydim. Gördüklerim herkes gibi beni de şaşırtıyordu. Hayret ile izlemek zorunda kaldığım dönemlerden ilki olmasa da, belki de en aklımda kalmış olandı. “O dönem bugünü nasıl şekillendirdi?” diye sorguladığım zamanlar olmadı değil. O günler herkese bilinç kazandırdı. Direkt olarak dergi sektörüne etkisinin olduğunu düşünmesem de, pek tabii bunu söylememin sebebi ülkedeki okuma oranları ile birlikte edindiğimiz referans alınması gerekilen verilerdir. Fakat entelektüel çevrenin bir arada olmasının ve birleşmesinin Gezi günleri ile başladığını düşünmekte haklı olabiliriz. Çünkü o zaman öncesinden de çatlaktan sızan su, kapı eşeğindeydi. Fakat daha büyük bir toplumsal değişim süreci ise tam anlamı ile o dönemde başladı. Her grup artık ideolojik açıdan kendisi gibi düşünen insanların varlığı ile bir arada kalmayı tercih ederek kalabalıklaştı. Ve o dönem sonrasında ise bu kitlelere erişim yolları da yeniden şekillenmiş oldu. Böylece dergiler ile bu kitlelere erişim sağlandı ya da erişilmeye çalışıldı.

Yazın dünyasını biçimsel ve içeriksel olarak şekillendiren ilk ortamın dergiler olduğu düşünüldüğünde, yazarın yazdıklarını ilk olarak dergilerde görmesinin etkisiyle, dergilerin yazara vaat ettiği şeylerden en önemlisinin özgüven olduğunu söylemek mümkün mü? Dergiler, yazara ne vaat eder? Ya da karşıtını da sormak mümkün: Yazar, dergilere ne vaat eder?

Göreceli bir kavram; aslına bakılır ise de biraz da yazar ve doğası gereği ona kodlanan kişiliği ile ilgili. Özgüven bu durum için gayet uygun bir tanım olsa da, özgüvenin getirmiş olduğu bazı iç karartıcı durumlar da mevcut. Yazar, eleştiriler ile gelişebilir. Fakat tam tersi de olabilir. Bu durumda kurulacak bu süzgecin hangi kefeye koyulduğu önemli. Geçmiş deneyimler bize gösteriyor ki; yazar, dergiyi kendini ifade edebileceği bir yaprak olarak görüyor. Evet, gayet haklı! Ama bunun insan psikolojisinde yarattığı tezahürler bambaşka bir boyuta evirilebiliyor da. Nitekim dergilerin, yazarlara elle tutulur, göz ile görülür verebildiği tek şey bir sayfa iken, yazarın bu sayfayı şovenizm aracı olarak kullanıyor olması da tehlikeli olabilir. Dergiler için bu durum çok karşılaşılan ve oldukça zor bir durum. Yazarlar bu konuda hitap ettiği kitlenin yönlendirilmeye değil, ufuk açmasına ihtiyacı olduğunu bilmeli. Kelimeleri bazen bir balçık olabiliyor. Bazen ise bir su olup bileklerimizden akıp içimizdeki o kiri, pası ve her ne var ise onu da temizleyebiliyor. Eğer yazar bu yazın dünyasına nasıl girmek istiyor ise öyle girebiliyor. Fakat usulca bir hayale yürümek yerine, derin bir uykuya dalma durumu da var. Burada yazar, kendini nerede görmek istiyor ise oraya sürükleyecek adımlar atıyor.

“Projeler Bireysellik Arayışının Dışavurumudur”

Türkiye’de dergi mefhumunun önemli bir gelenek olduğunu söylemek mümkün. Geçmişten bu yana, pek çok yazar bir araya gelerek ortak üretim yapmış, dergiler çıkarmıştır. Kendinizi yakın bulduğunuz bir gelenek oldu mu? 200 sene sonra bugünlerden bahsedildiğinde, üretiminizin hayatla olan ilişkisinin nasıl tanımlanmasını istersiniz?

Düşünüyorum; ama ne yazık ki ananevi olan her bir şeyden bir müddet uzak olduğumu görüyorum. Zaman geçtikçe de uzaklaştığım olgulara yakınlaştığımı hissediyorum. İçerisine dâhil olduğumuz ve her anına şahitlik ettiğimiz bu yazınsal projeler ise bireysellik arayışının dışavurumudur. Çünkü aidiyet hissetmeyen insanların ne derece savurgan olduğunu biliyor olmalısınız. Bu neden ile yalnızca bir dergi çıkardığımızı söyleyemem. Bizler birer küçük bir kız çocuğu babası kadar tedirgin ve diken üstünde başımızı yastığa koyuyoruz. Günbegün, anbean gözlerimizden önünde büyüyen bir şeyler var. Bizim gibi düşünen bireyleri zihinsel bir yolculuğa davet ederek aslına bakılır ise hayatımızın büyük bir bölümüne hiç tanımadığımız insanlara kucak açarak, yazınsal metnin üretim aşamasının ilk ayağından yayım sürecine dek bu şekilde işleyişine ortak ediyoruz. Fikirler ve ideolojiler arasında bir köprü oluşturma çabasında olan ve bunun için gerekir ise yüzyıllarca bunu gerçekleştirmek için var gücü ile çalışan tüm ekip arkadaşlarım adına söylemek belirtmek isterim ki; üretimimiz, hayat ile ilişkimizden çok, hayat ile olan kavgamızdan dolayıdır. Nitekim ilk matbu sayımız için çok az bir süre kaldı. Bu ana şahit olmak için gecemizi, gündüzümüze katıyor olmamızın bir sebebi var; hayallerimize uzanacağımız güne dek yolumuzu aydınlatan bu ışığa doğru koşuyor olmak.

Röportaj: Bekir Avcı I 3 Haziran 2018

Gülsüm Kav’dan Sevan Nişanyan’a farklı kalemlerin yer aldığı, çok sesli bir dergi Komplike. Yayın hayatına dijitalde devam eden dergi, Ağustos ayında matbuya geçecek. Derginin Genel Yayın Yönetmeni Güney Güneyan ile derginin ve dergiciliğin hikâyesini konuştuk. Dijitalin hâkimiyetine rağmen Türkiye’de yine de artan bir basılı dergicilik faaliyeti söz konusu. Felsefe, şiir, sanat, edebiyat gibi farklı dallarda çok sayıda dergi var. Yayın hayatına dijitalde başlayan Komplike Dergi de yakında bu yayınlar arasındaki yerini alacak. Yayıncılıkta genellikle matbudan dijitale kayış olsa da dergi, Ağustos ayında matbuya geçecek. İsmi ile müsemma bu dergide farklı disiplinler, Gülsüm Kav’dan Sevan Nişanyan’a farklı kalemler var. Hâlihazırda dijital yayınını sürdüren yakında basılı yayına geçecek olan Komplike Dergi’nin genel yayın yönetmeni Güney Güneyan ile derginin hikâyesini konuştuk.

Öncelikle Komplike Dergi kimdir? Yani bir derginin ‘kimliği’ anlamında bir kimdir sorusu bu? Nasıl bir yayındır?

Bireyleri zihinsel bir yolculuğa çıkarmayı amaçlayarak, mevcut fikirler ve ideolojiler arasında köprü görevi görmeyi önemseyen, sorumlu bir yayıncılık politikası benimseyerek, bu ölçütte objektif ve bağımsız yayıncılık icra etme çabası ile yayın hayatını şekillendirerek; düşünce tarzını öğrenilir kılmayı hedefleyen bir oluşumuz. Farklı kutupları, görüşleri, sesleri ve isimleri bir araya getirerek, yenilikçi bir yayın oluşturmayı ilke ediniyoruz. Tüm çalışmalarımızı da bunu desteklemeye gayret ediyoruz.

İsmi ile müsemma bir dergi Komplike; bilimden ekolojiye, psikolojiden sosyolojiye, felsefeden müziğe, sağlıktan teolojiye farklı kategorilerde içeriklerin yer aldığı bir yayın. Bu denli farklı disiplinleri bir araya getirmek, buluşturmak güç oluyor mu?

Kolay olduğunu söyleyemem, fakat yayınımızın multidisipliner bir yaklaşımdan beslenmesi gerektiğini düşünüyordum. Eğer başarabilirsek ideolojik bir merkezden değil, akılcı bir biçimde oluşan bir yapı olacaktı. Tüm çalışmalarda ilk günden bu güne dek bu şekilde var oldu. Tek bir merkezden veya görüşten, ideolojiden veya sistemden beslenmiyor olması bu açıdan çok elzem bir konu başlığıydı. Çünkü insan, oldukça kozmopolit bir varlık. Yaşadığımız çevre, görev alanlarımız, bu alanların gerçekleştirdiğimiz işler neticesinde bizde bıraktığı etki, bir bakıma bir arada olduğumuz tüm insanlarla kolektif bir çaba ürünü. Bireylerin insanlığa aitliğini savunmaktan öte bir fikirle yola çıkılmadı. Nitekim bizler her bireyde bir miktar var olan fikir aynılığı, çoğulcu bir bakış açısını besleyen fikir ayrılıkları ile donattık. Bu sayede de bu farklılıklar bize aslında çok da karmaşık olmadığımızı anlatmaya yardımcı oluyor.

Bu, nasıl bir ‘çokluk’? Bir karmaşa hali mi var yoksa coşkulu bir buluşma mı?

Kısmen karmaşık gibi görünebilir, evet. Projenin kâğıt üstünde oluştuğu dönem öncesinde dahi yakın çevremden alışkın olmadığım pek çok tepki alıyordum. Nitekim böylesi bir şeyi düşündüğümü söylediğimde dahi gülünç göründüğümü düşünüyor olmakta da haksız değiller. Çok alanlı bir yayın planlaması yapmak kulağa normal gelmiyor, ama bunun karmaşa yaratacağı düşüncesi bile mutluluk verici. Bazen düzen en büyük düşmanınız olabilir. Bu düzeni yıkmak için de kendi düzeninizi inşa etmelisiniz. Bende bunu hayal ederek bu karmaşıklığı içerisinde düzen yaratmayı düşledim. Bu karmaşayı yaratan zihinlerimizden bir başkası değilken, kargaşa evresine evrilebilirdi de. Şekillendirdiğimiz tüm bu fikirler ise tamamen bizim zihinsel üretimlerimiz sonrası ortaya çıkıyor. Yıllar önce bunu gerçekleştirebileceğimizi düşünüyordum. Geriye dönüp baktığımda ise artık en az onlar kadar ben de “haklıyım” diyebiliyorum.

Gülsüm Kav’dan Sevan Nişanyan’a çok sayıda isim var dergiye yazan. Kalemleriniz de farklı ve renkli. Biraz onlardan bahseder misiniz?

Çok seslilik diyebiliriz. Ekibimizde yer alan her bir yazarın kendi alanında üretim yapmasını destekliyoruz. Dergimiz bir nevi lonca görevi de üstleniyor. Tüm yazarlarımız kendi alanlarında söz sahibi olan, alanlarında yetkin isimlerden oluşuyor. Çeşitli meslek, akademisyen, gazeteci ve en önemlisi yetkin genç isimlerden oluşuyor. Yazarlarımız ile sürdürülebilir bir yayın politikası yaratma amacı ile yola çıktık. Kararlılıkla da devam ediyoruz.

Yayıncılıkta genellikle basılı yayından dijitale geçiş olduğunu görüyoruz, ancak sizde tersi bir işleyiş söz konusu olacak. Ağustos ayında basılı yayına geçeceksiniz. Neden?

Dijital olarak yayına başladığımız ilk tarih öncesinde de matbuya geçiş yapacak olma fikri zaten var olan bir durumdu. Yalnızca uygun bir zaman bekliyor, çalışmalarımızı ve genel yapımızı oluşturmayı bekliyorduk. Tabii ki dijitalleşmekte olan bir yayıncılık anlayışı var. Ve basılı yayınların varlığı için gelecek bir tehdit olarak algılanıyor. Dijitalleşen dünyada elbet matbu yayınlara rağbet azalacak. Bu doğru, ama matbu yayın dijitalden çok daha zor olsa da, bazı yönleri ile ilham
verici! Matbu bir yayın planlaması mizanpaj yapmayı, dağıtım ağı kurmayı, kurumsal ilişkileri güçlendirmeyi, sermaye yaratmayı gerektiriyor. Kısacası emek gerektiren sancılı bir süreç diyebiliriz. Bunlara rağmen “neden?” diye soracak olursanız; sanıyorum ki ellerimizde tutup, varlığını hissedebilecek olma fikrinden başka bir şeyden öte bir sebebi yok gibi duruyor.

Dijital yayınınız ile basılı yayın arasında farklar olacak mı?

Yapısal anlamda olmasa da, birçok açıdan durumu kritize ettik. Var olan kıstaslarımızdan uzaklaşmadan, genel yapımızın ruhuna uygun olarak, akademik, analitik ölçütlerde, aktüel bir dil kullanarak yayın planlamamızı tamamladık. İlk yayınımızda da bu ölçüde gerçekleştirdiğimiz çalışmaları okuyucu ile buluşturacağız. Farklar konusuna değinmemiz iyi de oldu. Nitekim ilk sayı için tarafımıza sorulmakta olan sorulardan ilki de dijitalde yayınlanan metinlerin matbu yayında yer alıp almayacağı. Tekrar açıklamak gerekir ki; hayır, almayacak. Çünkü daha anlatacak çok şey var!

Dijitalin hâkimiyetine rağmen Türkiye’de yine de artan bir dergicilik faaliyeti söz konusu. Felsefe, şiir, sanat, edebiyat gibi farklı dallarda çok sayıda dergi var. Siz de buna dâhil olacaksınız. Basılı yayıncılığın hem iktidarın baskısı altında olduğu hem de teknolojiye direnemediği bir çağda bu çeşitliliği nasıl yorumlarsınız? 

İktidarlar hiçbir zaman kalıcı bir olgu değildir. Hiçbir zaman da olmayacak. Buna istinaden; bu zaman zarfında geldiği nokta her ne olur ise olsun, günü geldiğinde gidecek olan da mevcut iktidarlardır. Bu sebep ile bizler dünyaya daha küresel bakmak ve yorumlamak zorundayız. Tabii, matbu yayın bir diğer yandan benim açımdan bir tutku. Bunu da saklamayı uygun bulmuyorum. Dijital varlığı için de oldukça mutluyum, ama matbu yayın olmasının tezahürü farklı oluyor. Biz bu yönden bakıldığında çizilen tüm çemberlerin dışındayız. Çünkü sosyal bilimler alanında pek faaliyet gösteren yayın olduğunu söylemek pek de mümkün değil. Diğer yayınların içerik ve betimsel analizlerine bakıldığında var olan çeşitlilik elbette güzel bir durum. Fakat bu çeşitlilik küçük de olsa bir fark yaratmıyor ise varlığının da pek bir esprisi kalmıyor. Çünkü mevcut her yayın kendi segmentinde bir takım çaba veriyor gibi görünse de, var olan medya anlayışını değiştirmediği sürece var olan yayıncılık durağan bir çizgide ilerlemeye devam edecektir. Bunun da bireylere faydası tartışılabilir.

Röportaj: İlker Bozkurt I 20 Ekim 2018

Komplike derginin ilk sayısı Ekim ayında yayınlandı. Dijital olarak yayınlanan derginin kurucusu ve genel yayın yönetmeni Güney Güneyan ile Komplike dergiyi konuştuk. Komplike dergiye yayın hayatında başarılar dileyerek sizleri röportajımızla baş başa bırakıyoruz.

Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Merhabalar, yaklaşık sekiz yıldır çeşitli mecralarda yazınsal yolculuğumu ve mesleğimi devam ettiren bir yazı işleri emekçisiyim. Aynı zamanda Komplike Dergi’nin kurucu genel yayın yönetmeniyim. Birkaç yıldır Önce Vatan Gazetesi’nde köşe yazarlığı ve Yeni Çağrı Gazetesi’nde muhabirlik yapmaktayım. Tüm bunların dışında sakin ve sıradan bir hayat sürdürmeye çalışan, minimal ölçütlerde bu hayata tutunan, idealleri ve iki kedisi olan bir insanım.

Web sitesi üzerinde birçok içerik mevcut fakat ilk sayı Ekim ayında dijital olarak yayınlandı. Komplike dergi ne zaman yayın hayatına başladı?

Evet, henüz ilk sayımız bir hafta kadar önce yayınlandı. Fakat Komplike’nin çıkış noktası ilk olarak 2017 yılının Ağustos ayında gerçekleşti. Bu süreçte online olarak yayına başlamış, sonrasındaki süreçte yayınımızın matbu olarak yayına hazırlanmasını kararlaştırmıştık. Çalışmalarımızın tümü hazır olmasına rağmen, ekonomik gerekçeleri göz önünde bulundurarak dijital yayın planlamamızı revize etme gereği duyduk. Yani aslına bakılırsa yaklaşık olarak on beş aydır yayın yapmakta; bilgiye erişmek isteyen bireylere bu bilgiyi ulaşılabilir kılmaya çalışmaktayız.

Komplike Dergi’nin kuruluş hikâyesinden bahseder misiniz? Neyi amaçlıyor, neye hizmet etmek istiyor?

Uzun bir süreci kapsıyor. Daha öncesinde ise yine bu konuları pek çok kez konuşmuş, fakat “henüz vakti var!” deyip, ertelemiştik. Bir gün “artık işe koyulmamız gerek!” diye düşünüp, çalıştığım işten istifa ederek para kazanmayacağımı bile bile bu işe kolları sıvadım. Sonrasındaki süreçte genel hatları ile yayınımız da belirginleşmeye başladı. Bu yayınla birlikte gerçekleştirmeyi düşlediğimiz ilk şey ise var olan yayıncılık anlayışını değiştirmekti. Çok sesli bir yayın inşa ettik. Bu da bize farklı görüşlere sahip birçok insanın bir araya gelerek ve birlikte çalışarak neler yapabileceğini göstermek oldu. Nihayetinde ise ilk amacımızı başarmış da olduk diyebilirim. Ekipteki her bir birey türlü fedakârlıklar yaparak bu yayını inşa etti. O sebeple her birine tekrar teşekkür etmeliyim. Bir kıvılcım olarak belirmiş, fakat başta bizler olmak üzere çevremizi aydınlatan bir yapıya dönüştü. Bu sebepten ötürüdür ki; hizmet ettiğimiz şey aslına bakılır ise fikirler arasında köprü kurmaktı. Bunu da yavaş yavaş inşa etmeye başladık. Umarım ki bunu başarabiliyoruzdur. Burada takdir elbette okuyucularındır.

Dergi içeriğinde hangi konular işleniyor?

Aktüel konular işleniyor. Bilim, ekoloji, felsefe, gezi, kültür, mitoloji ve hatta sanat başlıklarımız var. Sanatın içerisinde sinema ağırlık verdiğimiz alanlardan. Elbette sosyal bilimler de yer alıyor. Psikoloji, sosyoloji, tarih ve teoloji ise işlediğimiz en önemli başlıklar olarak öne çıkıyor. Bu başlıklar altında sürdürülebilir bir yayıncılık anlayışı güdüyoruz. Bu ölçütte de çalışmalarımızı sürdürerek, analitik bir çalışma sunmayı ilke ediniyoruz. Bunların dışında sanata ve sanatçıya değer veren çalışmalar da yürütüyoruz. Çeşitli röportajlarla bunu desteklemeye gayret ediyor ve öne çıkan ve toplum yararına çalışmalar yapan her sanatçıya el uzatıyoruz. Gelişmeye, geliştirmeye ve periyodik olarak da yeni başlıklar de türetmeye çalışıyoruz. Bir süredir “arkeoloji” başlığı altında da yakında çalışmalar planlıyoruz.

Yeni bir çalışma yürütmeyi düşünüyor musunuz?

Yakın bir zamanda engelli bireyler için “engelsiz bir Komplike” yaratmaya çalışıyoruz. Gelecek günlerde seslendirmenlerimizle işitme engelli bireylerimiz için bu proje hayata geçecek. Çeşitli sivil toplum örgütleri ve derneklerle çalışarak bu sürece katkı sağlamayı düşünüyoruz. Bu süreç sanıyorum ki 2019’un ilk aylarına dek tamamlanmış olacaktır.

Dergi ekibinde kimler var?

Yazı işleri müdürü olarak Devrim Ekinci var. Görsel yönetmen koltuğumuzda Şengül Altınok oturuyor. Editör köşemizde Aysel Ciğerlioğlu, Özgün Muti yer alıyor. Fakat bunun dışında mutfak ekibimiz epey kalabalık. Mutfak ve idari ekibimiz otuz kişilik kalabalık bir aileyi andırıyor. Yazar ve çizer ekibimiz ile küçük bir ülke kurmayı da düşünebiliriz yakında. Tabii, bu bir şaka olsa da üretim ekibi olarak çok koltuğumuz var. İçerisinde akademisyen, psikolog, pedagog ve birçok uzmanı içeriyor. Genç isimleri de yayınımızda ağırlıyoruz.

Yayın periyodları nasıl?

Belirsiz süreli bir yayın olarak ifade edebiliriz. Şu an iki ayda bir yayınlama gibi bir fikrimiz var. Çünkü Komplike’nin içinde birçok yan alan var. Henüz bunları faaliyete geçirmedik, çünkü henüz sessiz sedasız planlamasını yapıyoruz. Bu süreçten dolayı da işlerin layığıyla yapılması için iki ayda bir yayın yapmasını sağlıyoruz. Şimdilik böyle bir planlama ve işleyiş olsa da gelecek sayılar sonrası bu da revize edilecek başlıklar altında yer alıyor.

Ülkemizdeki sansür ve özgürlüğü kısıtlayan uygulamalar, yasaklamalar hakkında neler düşünüyorsunuz?

Tam anlamıyla felaket! Böyle ifade etmeye çalışsam da açıklamam yavan kalıyor. Çünkü tarifini tam anlamıyla yapamıyorum. Yüzlerce tutuklu gazetecisi var. Ana akım medyada silah kullanımı serbestken, rol gereği birbirini öpen iki insan günah keçisi ilan ediliyor. Müzisyenler yaptıkları sanat dolayısıyla gözaltına alınıyor. Fakat herkes görmek istediğini görmekle görevli gibi hissediyor. Garip, saçma ve bir o kadar üzücü bir durum. Sanat da sanatçı da bu ülkeye yeterince fazla geliyor. Çünkü toplum gelişime kapalı inşa edilmek isteniyor. Bunun çarpıcı birçok örneğini ne yazık ki her yerde görebiliyoruz. Üzücü, despotik! Sansürler, yasaklar bir çözüm getirmiyor. Geçmiş günleri özlem duymaktan öteye geçmemiz gerekiyor. Zaman gelişiyor, şartlar gelişiyor ama Türkiye insanı kendini geliştirmek istemiyor. Çünkü özel hayata müdahale söz konusu! Böyle bir süreçte bizler ne düşünebiliriz ki?

Komplike Dergi olarak LGBTİ’lere göndermek istediğiniz mesaj?

En temel insan haklarından dahi mahrum bırakılmak isteniyor. Eşitsizlik kavramı başlıca bir sorun. Ev ya da iş bulma sorunu yaşıyorlar. Bunlar üzücü durumlar. Fakat Yves Rocher ve bazı firmalar bu konuda destekçi olduklarını belirtiyorlar. Eğitim sisteminden tutun, halkın birçok bireyi cinsiyetçi bir yaklaşıma sahip. Sosyal güvence sorunu yaşıyorlar.  Cinsel yönelimlerini açıklamaları bile sorun teşkil ediyor. Yasal birliktelik hakkı dahi sunulmuyor. Bu kadar alt başlık ve temel sorun varken göndermek istediğim tek mesaj ise şu olacaktır: mücadelelerini destekliyor ve bir gün bu mücadelenin zaferle noktalanacağını umuyoruz. Umarız herkesin istediği bir gelecek mümkün olacak.

Başa dön