Rakamsal İlişkiler: Refah ve Yoksulluk

Rakamsal İlişkiler: Refah ve Yoksulluk

Şüphesiz dünya sahnesinde geçmişten bu güne dek süregelen bazı durumlar göz önüne çıkmıştır. Bunlardan ilki ve belki de en önemlisi ise yoksulluk kavramının varlığı olmuştur. Yoksulluk, en az insanlık tarihi kadar eski bir kavram. Ve bu kavramı kalkınma ekonomisindeki rolü yadsınamayacak kadar önemli. Genel anlamı bakımından bireylerin hayatlarını idame ettirebilmesi için en temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulu olan değerler endeksiyle eşleşiyor. Eğer bir birey temel gereksinimlerini karşılamada zorluk yaşıyor ise bu durum yoksulluk olarak tanımlanabiliyor.  Elbette dünyada yoksul bireylerin var olması gıda, ilaç veya kaynak eksikliği sebebiyle de ilişkilendiremeyiz. Çünkü başlıca ve en bilindik gerekçe mevcut zenginliğin adil bir dağılım göstermemesiyle alakalı. Küresel adaletsizliğin bu boyutlarına ulaşması; uygulanan ekonomi politikalarından kaynaklanıyor. Ve açıkçası da asla ve asla kayda değer görülmüyor. Tabii bunların altında sosyal ve ekonomik kalkınma konusundaki yanlış siyasi söylemlerle gelişen siyasi adımların da etkisi var. Çünkü bir ülkenin kaderi tek bir kişinin elinde değildir; tarih boyunca da olmamıştır. İstisnaları ve ütopik düşünceleri bir kenara koyduğumuzda karşımıza çıkan yalnızca gerçeklerdir. Ve bu gerçekler bazı zamanlarda milyonları etkiler.

Bunların yanı sıra gelişmiş ülkelerin sömürü düzeninden bahsetmemek olmayacaktır. Ne de olsa yoksulluğun ve gelir eşitsizliğinin temelinde ülkelerin tarihleriyle bağlantılı sebepler olduğu da açıkça görülür. Bu boyunduruğun altındaki ülkelerdeki yoksulluk, sömürgecilik ile ilgili tarihte yerini çoktan almıştır. Bugün Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa bunlara en büyük örnektir. Çünkü günümüz dünyasında halen deniz suyu içen insan gibidirler. Ve bilirsiniz; deniz suyunu içtikçe susarsınız. Ve susadıkça tekrar içersiniz. Bu sömürü düzeni de tıpkı böyle bir şeydir. Tabii ki sömürgeciliğin geçmişte kaldığı iddia ediliyor olsa da 1960’lı yıllardan bu yana borçlar üzerinden başka bir sömürü düzeneği kurulmuştur. Birçok gelişmiş ülke, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere yardım sağladıklarını iddia ederken bir başka çıkarı güder. Hatta yasa ve kayıt dışı para transferleriyle daha çok dış ticarette kasıtlı hatalı faturalandırma yaparak gerçekleştirilen yasal gibi görünen ama göründüğünün aksine amaçlar hedefleyen gerçekler de var. Bağımsızlığını kazanan ülkeler, halkın geçim ve refahını sağlayabilecek kaynağa sahip olmaması sebebiyle yine gelişmiş ülkelerden borç almak zorunda kalmıştır. Böylece birçok yoksul ülke yaptıkları ikili anlaşmalarla hiçbir zaman ödeyemeyecekleri borçların altına imzalarını atarak, modern bir sömürü düzeneğinin içerisinde kendilerini teslim etmiş; bu boyundurluğun altına girmiştir. Bunlar elbette üzücü, ama dünya genelinde böyle bir tablo hâkim. Ve yoksulluk, yaklaşık yarım yüzyıldır gelir artışı gerçekleşmesine karşın ekonomilerin en temel problemi olarak öne çıkıyor. Gelişmekte olan ülkelerde en temel aktör olan yoksulluk; adaletsiz gelir dağılımları, ulusal gelirin paylaşımındaki düşük oranları, ekonomik krizler, başarısız politikalar, nepotizm ile beslenen iktidarlar ve elbette istikrarsız ve de plansız büyümeler sayesinde refah seviyesindeki düşüşler sebebiyle yaşanıyor.

Tüm bu alt başlıklar aslında resmin tamamını oluşturuyor. Çünkü ortaya çıkan bu ağır tabloların sonucunda eğer acil önlem alınmaz ise birçok soruna davetiye çıkarıyor. Unutulmamalıdır ki; kalkınmanın temel amacı bireylere uzun vadede sağlıklı ve konforlu bir yaşamasını sağlamaya yardımcı olmaktadır. Fakat pek tabii bilindiği üzere kaynakların tüketimi ve finansal zenginliklerin başka kişiler veya kişilere kanalize edilmesi bu maddenin gözden kaçmasına göz yummaya eşdeğerdir. Ulusal gelirin büyüklüğüyle ölçülmeye çalışılması da ayrıca başka bir hatadır. Nitekim gelir, kalkınmanın önemli bir boyutu olabilir, ama kalkınmayı yalnızca gelirle bağdaştırmak uygun değil. Yoksulluğun yanı sıra, yoksunluk kavramının da bu konuyla derin ve organik bir bağı var. Yoksunluk parasal olmayan bir boyut olsa da yoksulluk ile iç içe bir durum. Bireylerin değerler inşasında asgari yaşam standartları yüzyıla boyunca şekilleniyor olsa da hep bir şeyin yoksunluğunu çekerler. Bu yoksulluktan farklı olarak yaşanılan salt bir yoksulluk değil. Maddi tanımlamaların ve statü tamlamaların bir ölçüde beraber kullanılmasını uygun bulunuyor olsa da tam anlamıyla yoksulluk tanımının yapılması için gözlemlere dayalı sonuçlara ihtiyacımız var.

Yoksulluk ise kavramdan da anlaşılacağı üzere günlük temel ihtiyaçların tamamını ya da büyükçe bir kısmını karşılayacak yeterli gelire sahip olmama durumu olarak belirtilebilir. Yeme, içme, barınma, giyim ve benzeri temel ihtiyaçlara zor erişmek ve hatta erişememe “yoksulluk” olarak tanımlayabilmemize yardımcı olmaktadır. Fakat tüm bu tanımlar genelgeçer ibareden oluşmamalı. Çünkü dört mevsimi yaşayan, üç yanı denizlerle çevrili olan, zengin bir biyoçeşitliliğe sahip olan bir ülkede yoksulluğun konuşulması gülünç bir durum. Üretimin olmaması ve dışa bağımlı bir halde yaşam sürüyor olmak bir kader değil, seçimden ibarettir. Önemli büyüklükte tarım toprağı olan bir ülkenin tarımsal ürün, işlenmiş gıda, canlı hayvan ve hayvansal ürün ithalatına gereksinim duymasının sebebi de düşünülmeli. Çünkü bu coğrafyada var olan her şey gerek ülkeye, gerek ise bireylerin tümüne yetecektir. Fakat tüm bunlara rağmen yoksulluk, bu coğrafyanın kaderini oluşturmamalıdır.  Tuhaf bir anekdot ile devam edecek olursak, tüm dünya 16 Ekim’de Dünya Gıda Günü’nü kutlarken, Türkiye bu güne beslenme imkânı bulamayan on altı milyon kadar yoksul nüfus gerçeğiyle girdi. Tüketici Hakları Derneği, yayınladığını tablo ile bu konuyu gündeme taşımış, Türkiye’de kırk sekiz milyon insanın da yoksulluk sınırında, yeterli gıdayı alamadan yaşamaya çalıştığını gözler önüne sermişti. Başka bir deyişle Dünya Gıda Günü sebebiyle dünyada çeşitli etkinliklerle kutlanan bu özel gün, Türkiye’de açlık ve yoksulluklarla gündeme geldi. Nedenine bakıldığında ise Türkiye’deki bireylerin büyük bir çoğunluğu yeterli gıdaya erişemiyor. Çünkü yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenebilecek gelir düzeyine sahip değil. Ne yazık ki Türkiye’de tüketicilerin yüzde 20’si, açlık sınırının altında yaşıyor. Yani bu yüzdelik dilim on altı milyondan fazlasını kapsıyor. Yüzde 60’dan fazlası, yani kırk sekiz milyon insan ise yoksulluk içindedir hayatlarını devam ettirmeye çalışmaktalar.

Eylül 2018 itibarıyla dört kişilik ailenin yeterli ve dengeli beslenebilmesi için aylık gıda giderinin bin 893 TL olması gerektiği açıklanmıştı. Ailenin diğer tüm ihtiyaçlarına ilişkin giderleri dikkate alınırsa eğer, o eve girmesi gereken para 6 bin 167 Türk lirası oluyor. Ve eğer dört kişilik bir evin geliri gıda için gerekli olan bin 893 TL’nin altında ise bu aile açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor anlamına gelmektedir. Çünkü “aile gıda için gerekli olan parayı diğer zorunlu giderlerine harcadığından yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenebilmesi olanak sağlanamıyor” tespiti yapılabilir.  Türkiye’de eşi çalışmayan iki çocuklu bir asgari ücretlinin eline ayda bin 679 liranın geçtiğine işaret ediliyor. Dört kişilik bir ailenin yalnızca yeterli ve dengeli beslenebilmesi bin 893 liraya ihtiyaç duyuluyor. Bu rakamlar gösteriyor ki, Türkiye’de çocukları olan asgari ücretli ailelerin iki kişi çalışıyor olsalar bile, yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenebilmeleri olanaklı değil. Peki, bu durum nasıl aşılır dersiniz? Vergi indirimleriyle mi? Yoksa yapılan zamların hafifletilmesiyle mi? Sorular çoğaltılabilir, ama çıkacağımız nokta üretim kaynaklı bir büyümedir. Ki buna önem vermeyen bir ülke ekonomisi için refah kelimesi yalnızca renkli bir düş olabilir. Yoksulluğun türlere göre dağılımına baktığımızda ise bu dağılımı kategorize etmemiz gerekiyor. Çünkü ayrıştırırsak bir nebze olsun çözüme erişebiliriz. Ya da bu tahlil sonucunda belki de yoksulluğu, “mutlak yoksulluk”, “göreli yoksulluk”, “insani yoksulluk” başlıkları ile tanımlayabilir; kavramların açıklık kazanması sonrası bu durumu izah edebilir kılabiliriz. Fakat yeterliliğinin tartışılabilir olduğuna hemfikir gibiyiz. Ne dersiniz?

Mutlak yoksulluk tanımı, yoksulluk sınırını somut ve karşılaştırılabilir kılması sebebiyle gelir ile tüketimler üzerinden hesaplanır. Fiziksel yaşamın sürdürülebilirliği sağlayan kaynaklara ne kadar sahip olunabildiğini araştırır da diyebiliriz. Ev ya da bireylerin gelirlerinin, asgari geçim standartlarının altında seyretmesi sonucunu anlatmaya yarayan mutlak yoksulluk kavramı, hesaplanan yoksulluk sınırının altına düşen birey veya evleri tanımlamaktadır. Bu kavrama gelen eleştiriler genel olarak gelir ile ilgili oluyor. Gerek zamansal açıdan, gerek ise gelirin içerisine hangi verilerin alınması gerektiği konusunda tartışmalar medyana getiriyor. Gelirin uzun dönem, yani bir yıl ya da daha uzun veya daha kısa dönemli olarak ele alınması değerlendirmelerde önem arz eden konuların başında yer alıyor. Fakat mutlak yoksulluk kavramına gelen bir eleştiri de şudur ki; sabit gelirli olan yoksul kesim ile sabit geliri olmayan ayrı özelliklerinin göz ardı ediliyor.

Gelir, hangi evin temel ihtiyaçlarını karşılamaktan yoksun olabileceğini anlamak için kullanılan bir veri olsa da gelir seviyesi yetiyor olmasına rağmen bazı ihtiyaçların karşılanamadığı durumlar da meydana gelebilir. Bu olasılıkları oluşturan olaylar ise eğitimsizlik, hastalık, temel haklardan yoksun bırakılmak sıralanabilir. Gelir kıstası, çalışma saatleri ve koşullar örneğinden de yola çıkarsak; bu kıstasın parasal olmayan birçok unsurun göz ardı edildiğini görebiliriz. Göreli yoksulluk kavramı ise bireyin toplumsal varlık olmasından yola çıkar. Bu bağlamda incelendiğinde ise yoksulluk kavramının yalnızca kaynaklara erişememek ve yaşamı sürdürmek meselesi olmadığını pek ala görürüz. Ve bu durum birey ya da ev halkının, bulunduğu toplum tarafından kabul edilmekte olan asgari bir yaşam düzeyine sahip olup olmadığıyla alakalıdır. Bundan dolayı da yoksul ev halkı ya da bireylerin mevcut koşullara göre ortalama gelire sahip olan ev ya da birey arasındaki gelir kaynaklarına sahip olma arasındaki farka götürür. En basit tabiriyle gelir irdelediğinde, toplumun genel düzeyine ilişkin belli bir sınırın altında bir gelire sahip olan birey ya da ev halkının göreli anlamda yoksul olarak tanımlamaktır.

İnsani yoksulluk kavramı ise Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nda yoksulluğun kavramlaştırılması çabalarına, hem yoksulluk kavramı etrafındaki tartışmaları hem de yoksulluğun ölçülmesi yaklaşımlarını genişleterek katkıda bulunulmuş; yine Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın “1997 İnsani Gelişme Raporu” ile ilk defa “İnsani Yoksulluk” kavramı ortaya atılmıştır. Buna göre insani yoksulluk, gelir yoksulluğu ile ilişkili bulunmasına rağmen ondan farklıdır. Çünkü gelir yoksulluğu ölçümleri mutlak gelir üzerinde odaklanırken, “insani yoksulluk” kavramı, okuryazarlık, yetersiz beslenme, kısa yaşam süresi, anne ve çocuk sağlığının yetersizliği, önlenebilir hastalıklara yakalanmak gibi temel insanî yeteneklerden/kapasiteden yoksun olmak biçiminde tanımlanmaktadır. İnsan yaşamını sürdürebilmesi için gerekli gelirin yanı sıra, toplumsal hayatın gerektirdiği temel imkânlardan yoksun olması olarak genişletilebilir.

Önceki ara başlıklar özelinde yoksulluğu farklı açılardan ele almaya çalıştık. Fakat toplumsal bir olgu olarak görülen yoksulluk, bir bakıma çok yönlü ve ucu açık bir kavram. Yani içine girildiğinde adeta bir sarmal haline evrilebiliyor. Bu da onun için çizilen net sınırların belirlenmesini epey zorlaştırıyor. Çizilecek tüm sınırlar, toplumların gelişme düzeyleri ve tüketim ölçeklerine göre değişirken, ortak bir fikir ve tanım varlığına ulaşmak güçleşir. “Bir toplum, belirli bir sebepten ötürü yoksuldur” diyebiliriz, ama bunlar birer varsayım olarak bir köşede kalabilir. Çünkü yoksulluk dediğimiz bu fenomen, dünyanın neresinde olursa olsun, değişkenlik gösterir ve öyle değişime uğrar ki; bir toplumun kabul edilen yoksulluğun sınırı bir başka toplum için zenginliğin ölçütü olarak kabul görülebilir. Ezcümle; yoksulluk ve refah seviyesinin rakamsal ilişkinden ibarettir. Şöyle de düşünebiliriz; az gelişmiş ya da gelişmekte olan bir ülkedeki yoksul ile çok gelişmiş bir ülkedeki yoksulluk görecelidir. Bu normların belirlenmesi ise coğrafik şartlardan tutun da birçok sosyolojik ve demografik sebebe dayanabilir. Fakat nihai olarak yoksulluk, kısmi de olsa rakamsal bir süzgeçten geçirilmelidir.

Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu, çalışanların geçim şartlarını otuz bir yıldan bu yana aralıksız olarak her ay düzenli olarak yaptığı “açlık ve yoksulluk sınırı araştırması ile ortaya koyuyor. Bu konuya az sonra değineceğim. Fakat belirtmek gerekir ki; uygulanan ekonomik politikalarda faiz ve döviz kurundaki gelişmeler gündemi uzunca bir süre meşgul etmesinin ardından, özellikle gıda fiyatlarının mevsim normallerinin üstüne çıkması ve sürekli değişim göstermesi, enflasyona olumsuz yansıdığı görüldü. Aylık ve ücretlere sonradan gerçekleşen enflasyon farkının verilmesi, başta çalışanlar olmak üzere dar ve sabit gelirli kesimlerin geçim şartlarını iyileştirmeye yetmiyor. Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun araştırması göre 2018 Temmuz ayı verileri çarpıcıydı. Araştırma, dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı 1.738 lira olarak belirledi. Başka bir deyişle bu açlık sınırıydı. Yoksulluk sınırı olarak belirtilen tutar ise gıda harcaması ile birlikte giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamaları kapsıyordu. Ve toplam tutarın 5.662 lirayı buldu.

Bir çalışan bireyin yalnızca kendisinin yapması gereken yaşama maliyeti ise aylık 2.136 lira olarak hesaplandı. Elbette bu kolay olmuyordu. Refah seviyesinin yükseltilmesi, devletin insanlara yaptığı bir iyilik olarak görülmemeli. Çünkü bu durumu sağlamak devletin asli bir görevi olup, bireyler için vatandaşlık hakkıdır. Devletin kamu harcamaları kapsamında, doğrudan gelir transferiyle birlikte yoksulların tüketim bütçesine katkı yapması gerekir. Bireye mesleki becerilerin kazandırılması ve kişisel yeteneklerin geliştirilmesi bir bakıma bir çıkış yolu yaratabilir. Bu sayede yoksul kişilerin yaşam düzeylerini yoksulluk sınırın üzerine çıkarılabilir. Fakat belirtmek gerekir ki; bu eylemi Halk Eğitim Merkezleri’ndeki eğitimler bir yana dursun, çeşitli alternatif meslek örgütlerinden destek almalıdır.

Bu sayede, toplumsal olarak minimum kabul edilen gelirin altında geliri olan herkese maddi bir yardım yaparak minimum geliri garanti eden bir teknik olan “negatif gelir vergisi” uygulanması için ortam hazırlanması da düşünülebiliriz. Bunun sonucu olarak da gelir bölüşümü daha adil bir hale getirilebilir ya da getirilmesi için çaba sarf edilmesi için gerekli hassasiyetler uygulanarak denenmesi bir fayda sağlayabilir. Öte yandan bakıldığında en zengin yirmi ülkenin ortalama geliri, en yoksul yirmi ülkenin gelirinin yaklaşık otuz katı! Ki bu fark son kırk yılda ikiye katlanmış ve katlanarak da artmaya devam ediyor. Yoksul ülkelerde gelir dağılımı gelişmiş ülkelere göre çok daha adaletsiz. Az olan millî gelirler ülke yönetimlerinde bulunan azınlık gruplar tarafından paylaşılıyor ve bu durum neticesinde ise, zor durumda olan geniş halk kitlelerinin ekonomik durumlarına olumsuz bir şekilde cereyan ediyor. Tabii bu durumda gelir dağılımını da etkiliyor.

Ülkelerin ekonomiye dair politikaları, büyüme ve istikrarı olduğu kadar, bireyler ve ev halkı arasındaki gelir dağılımının adaletli olmasını da hedefler. Belki de bu bir komplo teorisinin ötesine geçmez. Bu arzu edilen bir şey olabilir, ama gerçekçi bir bakış açısıyla bakıldığında pek de öyle göründüğünü söyleyemeyiz. Nitekim kişi başına düşen ortalama gelirin yükselse de toplam gelirin nüfusun az bir kesiminin elinde yoğunlaşması görülüyor. Adaletli bir dağılım olmaması ise bu durumu yaratan üzücü sonuçlardan belki de ilki. Böyleyken, adil bir gelir ekonomik denge kurmak hayli zor olsa gerek. Çünkü mevcut durumlar sebebiyle bu tür söylemler yalnızca ütopik bir hayal olarak bir köşede kalakalıyor. Gelir dağılımındaki bu adaletsizliğe örnek olarak, uluslararası ticaret ve doğrudan yapılan yabancı yatırımlar gösteriliyor. Kar ve verimlilik dürtüsüyle gerçekleşen ticaret ve sermaye hareketleri daha çok teknoloji, yoğun alanlara kayıyor. Ve bu alanlardaki kalifiye işgücüne olan talep artış göstermeye sebebiyet veriyor.

Ekonominin temel dinamolarından olan arz ve talep dengesiyle iyi kurulmaz ise dengeler sarsılabilir. Belki de sırf bu yüzden dünya genelinde son yıllarda ekonomik büyüme açısından önemli bir yol kat edilse de gelir dağılımında var olan uçurum giderek daha adaletsiz bir boyuta ulaşıyor. Tabii ki bunlar bir tesadüf değil. Hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını da göz önüne alacak olursak eğer, ülkelerin ekonomi politikalarının büyüme ve istikrar kadar gelir dağılımı adaletine yeterince odaklanmıyor olmasına bağlıdır diyebiliriz.  Oysa gelir dağılımının adaletli olması, sadece kişi başına düşen ortalama gelirin artması anlamına gelmediğini anlamaktan geçiyor. En önemlisi, toplam gelirin ülke nüfusunun küçük bir kesiminin elinde yoğunlaşması yerine tüm kesimlere adil olarak dağılması gerçekçi bir bakış açısıyla adeta bir hayal, ama bir köşeye fırlatıp atılacak bir şey değil. Bu sebepten ötürü insanlar soygun yapıyor, huzursuz yaşıyor ve güvencesiz bir şekilde hayatlarını sürüyorlar. Bu önergeler, genelleme olarak algılanmamalı. Çünkü gelir dağılımındaki bu eşitsizlik, eğitim imkânlarına erişimden sağlık ve refahın dağılımına kadar pek çok konuda toplumu etkiliyor.

OECD verileri itibariyle ülkeler arasında belirgin farklılıklar olmakla birlikte, eşitsizliğin yükseldiğini de pekâlâ görüyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu’nun, 2016 yılına ilişkin Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması sonuçlarından bahsetmekte yarar var. Bahsi geçen bu raporda belirtildiği üzere hane halkı kullanılabilir gelirinin, hane halkı büyüklüğü ve kompozisyonu dikkate alınarak hesaplanıyor. Eşdeğer hane halkı büyüklüğüne bölünmesiyle elde edilen eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirine göre, en yüksek gelire sahip yüzde yirmilik bir grubun toplam gelirden aldığı pay geçen seneye kıyasla 0.7 puan artarak yüzde 47.2 ve en düşük gelire sahip yüzde yirmilik grubun payı 0.1 puan artarak yüzde 6.2 oldu. Buna göre toplumun en zengin yüzde yirmisinin gelirinin, en yoksul yüzde yirmisinin gelirine oranı yüzde 7.6 gibi bir orandan yüzde 7.7’ye çıktı. Gelir dağılımı eşitsizliği ölçütlerinden olan ve sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, 1’e yaklaştıkça gelir dağılımında bozulmayı ifade eden Gini katsayısı, 2016’da bir önceki yıla göre 0.007 puan artışla 0.404 olarak tahmin ediliyor. Türkiye’de ortalama yıllık eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert geliri, 2016’da bir önceki yıla göre yüzde 15.9 artarak on altı bin beş yüz on beş liradan on dokuz bin yüz otuz dokuz liraya çıktı. Buna göre, Türkiye’de ortalama yıllık eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert geliri, geçen yıl bir önceki yıla göre yüzde 15.9 arttı ve on altı binbeş yüz on beş liradan on dokuz bin yüz otuz dokuz liraya ulaştı. Toplam eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirleri içerisinde en yüksek pay, yüzde 49.7 ile maaş-ücret gelirine aitken, ikinci sırayı yüzde 19.8 ile müteşebbis gelirleri, üçüncü sırayı ise yüzde 19.6 ile sosyal transfer gelirleri aldı. Müteşebbis gelirlerinin yüzde 74.7’sini tarım dışı gelirler, sosyal transferlerin ise yüzde 91.8’ini emekli, dul ve yetim aylıkları oluşturdu.

Eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert medyan gelirinin yüzde ellisi dikkate alınarak belirlenen yoksulluk sınırına göre, yoksulluk oranı bir önceki yıla göre 0.4 puan düşüşle yüzde 14.3 olarak gerçekleşti. Medyan gelirin yüzde altmışı dikkate alınarak belirlenen yoksulluk sınırına göre ise yoksulluk oranı bir önceki yıla göre 0.7 puan azalarak yüzde 21.2 oldu. Tek kişilik hane halklarının yoksulluk oranı bir önceki yıla göre 0.8 puan artışla yüzde 8,9, bağımlı çocuğu olmayan hane halklarının yoksulluk oranı 0,8 puan düşüşle yüzde dört, bağımlı çocuğu olan hane halklarının yoksulluk oranı ise 0.2 puan düşüşle yüzde 17.9 olarak gerçekleşti. Okur yazar olmayanların yüzde 26.2’si, bir okul bitirmeyenlerin yüzde 24.1’i yoksulken, bu oran lise altı mezunlarda yüzde 12.5, lise ve dengi mezunlarda yüzde 6.2 oldu. Yükseköğretim mezunları yüzde 1.7 ile yoksulluk oranının en düşük gözlendiği grup olarak belirlendi. Eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert medyan gelirinin yüzde altmışına göre, son yılda yoksul olan ve aynı zamanda önceki üç yıldan en az ikisinde de yoksul olan fertleri kapsayan ve dört yıllık panel veri kullanılarak hesaplanan “sürekli yoksulluk” oranı, 2015’te yüzde 15.8 iken geçen yıl yüzde 14.6 olarak hesaplandı. Geçen yılın sonuçlarına göre, nüfusun yüzde 42.2’si konutunda izolasyondan dolayı ısınma sorunu yaşarken, yüzde 38.1’i sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi ve yüzde 24.5’i trafik veya endüstrinin neden olduğu hava kirliliği, çevre kirliliği veya diğer çevresel sorunlar ile karşı karşıya kaldı. Nüfusun, yüzde 68’i konut alımı ve konut masrafları dışında taksit ödemeleri veya borçları olduğunu, yüzde 65.4’ü yıpranmış ve eskimiş mobilyalarını yenileme ihtiyacını ekonomik nedenlerle karşılayamadığını ve yüzde 17.4’ü konut masraflarının hanelerine çok yük getirdiğini beyan etti.

Finansal sıkıntıyla karşı karşıya olan nüfusun oranı olarak tanımlanan ve beklenmedik harcamalar, evden uzakta bir haftalık tatil, ödeme zorluğu, iki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek, evin ısınma ihtiyacı, çamaşır makinesi, renkli televizyon, telefon, otomobil sahipliği olarak belirlenen dokuz maddeden en az dördünü karşılayamayanların durumunu ifade eden ciddi maddi yoksunluk oranı, geçen yıl yüzde 32.9 olarak tespit edildi. Bu oran 2015’te yüzde 30.3 düzeyindeydi. Fakat yoksulluğun ölçümlenmesi için önce tanımlanması ve kavramsal olarak anlaşılması gerekiyor. Yoksulluğun tanımı genişledikçe de ölçülmesi de bir o kadar güçleşiyor. Çünkü yoksulluğun tanımlarına göre kullanılan ölçümler farklılık gösterir. Bu yüzden yoksulluğun kesin tanımlarının yapılması ölçümler açısından çok önemli bir faktör.

Yoksul aileler toplumsal sınıf sıralamasında en alt sırada yer alıyor. Gelir dağılımından tutun, eğitim ve sağlık gibi olanaklardan en az pay alan aileler de onlar. İş güvencelerinin olmaması ve geleceğe dönük plan yapamamaları sebebiyle kaygılı bir süreç onların yaşam boyunca ensesinde oluyor. Bu kimselerin çevresinde diğer yoksul ailelerin varlığı da görülür; bu durumda da gettolaşarak hayatlarını sürdürerek yaşamlarına devam ederler. Bu tip ailelerin sağlık koşulları kötü olup, beslenmeleri yetersiz ve dengesizlik içerir. Tabii ki birbiri ardına uzayıp giden bu liste karşısındaki olumsuz koşullar nedeniyle aile bireyleri öfkeli, huzursuz, bezgin ve tükenmişlik içinde hayatlarına devam ettirmeye çalışır, ama neticeler ve olası yoksulluk senaryoları subjektiftir diyebiliriz. Nitekim dünya, zenginliğinin yanı sıra şiddetli bir yoksullukla karşı karşıya. Dünya nüfusunun yüzde 10’luk bir kısmı, toplamdaki mal ve hizmetlerin yüzde 70’lik bir kısmını üreterek dünya gelirinin yüzde 70’ini elde ediyor. Bu oldukça korkutucu, ama yüzleşmemiz gereken bir gerçek. Bu ölçütte genel olarak yoksulluğu oluşturan evrelerin birçoğunda adaletsiz dağılımdan söz etmemiz gerekiyor.

Küresel anlamda da bu görünümün değiştiğini söylemek mümkün değil. Görülen en temel problemin bu olduğunu söylemek de kesinlik içermiyor. Kesinlik içermiyor olması da yoksulluğun belli sebeplerden dolayı değil, birçok sebebin bir araya gelmesiyle oluşturuyor olduğu gerçeğini değiştirmez. Yoksulluğun boyutlarını çeşitli araştırmalarla ortaya konmaya çalışılıyor olsa da gerçekdışı verilerle bazı gerçekler bir nevi karartılıyor da diyebiliriz. Yoksulluğun nedenlerine de bakacak olursak eğer, ortaya çıkışına ilişkin tartışmalarda konunun uluslararası ve ulusal ölçekte ele alınmakta olduğunu belirtmekte fayda var. Fakat yine de yoksulluğu yapısal sebeplere dayandıranlar ile kötü yönetimden kaynaklandığını öne sürenler bu konuda birbirinden ayrışıyor.

Yapısalcılar, ekonomik güç eşitsizliklerinin düzeltilmeden yönetimdeki iyileştirmelerin anlamsız olduğu görüşünde birleşiyorlar. Buna göre, iyi bir yönetim sistemi oluşturulmadan yapılacak ekonomik düzenlemelerin ise kısa vadede bir etki yaratacağı ileri sürülüyor. Türkiye başka bir açıdan da bazı yapısal özelliklerle de dikkat çekmekte. Bunlara örnek verecek olursak eğer, genç işsizlik oranları, kronik işsizlik sorunu, sosyal haklardan yoksun bir biçimde çalışıyor olmak da yoksulluğun temelini besleyen sebepler. Bunların yanı sıra eğitimsiz ve kötü şartlar altında çalışmakta olan çocuk işçiler de bu bağlamda son derece önemli bir bulgu. Kayıt dışı istihdamlar başlı başına ülke ekonomisinin ve de elbette birey için acı bir gerçek.

Ekonomik açıdan da yetersiz olma durumunu da göz önüne alırsak eğer, bireyin ekonomik düzeydeki yetersizliği toplumsal durum ve rolünü önemli ölçüde değiştirmeye yetiyor. Bireyin yetersiz ekonomik durum neticesinde beslenme, konut gibi temel fizyolojik gereksinimleri karşılayamaması bedensel ve ruhsal hastalıklara dahi yol açacak düzeye ulaşabiliyor. Bu durumda olan bir bireyin ekonomik olanaklarını arttırmak için çaba sarf etmesi zorlanma sürecine de etki ediyor. Zorlanma süreci neticesinde bu durum getirileri de farklılık gösteriyor. Gelecek korkusu, güvensizlik, toplumsal ilgi ve saygı yoksunluğu ve pek daha fazlası ön plana çıkıyor. Ayrıca düşük ve yetersiz ekonomik durumun yarattığı aile içi sürtüşmelere bağlı çatışmalar da durumluk kaygı düzeyini yükselten bir diğer etken.

Düşük ve/veya yetersiz ekonomik düzeyde bulunan birey ya da bireylerin, yaşama koşulları nedeniyle iletişim problemlerinin var olduğunu kimse inkar edemez. Çünkü bu durum aile içi şiddet, cinayet ya da cinnet boyutlarına varan birçok örneği de ne yazık ki mevcut. Her an kavga ya da sürtüşmelerin olduğu ilişki ya da evliliklerin bir sonraki evresi tahammülsüzlüğü doğuruyor. Tabii ki bu topluma da etki ediyor. Refah seviyesinin normal seyri dışında hareket etmesi toplumsal ilişkileri ve hatta kaygı dürtüsüyle meydana çıkan sosyal fobiyi bile körükleyebilir. Bu konuda yapılan araştırmaların birçoğu da bu kanıyı destekler niteliktedir. Büyükşehirlerin gecekondu mahallelerinde yaşayan kesimdeki hane halkları ve davranış biçimleri neticesinde toplumsal davranış modellemesine tipolojik bir örnektir. Fakat ekonomik açıdan bir örnek oluşturulması gerekir ise bu kesinlikle Çin’in uyguladığı yoksullukla mücadele politikalarıdır.

İnsani gelişmenin ana unsurları iyi bir eğitime, uzun ve sağlıklı bir hayata ve insan onuruna yakışan bir gelire sahip olmaktan geçiyor. Bu sebeptendir ki; hiç şüphesiz ülke genelinde yoksulluk ve açlık ile mücadele insani gelişmenin yaygınlaşması ve toplumun bu ölçütte inşa etmek açısından büyük önem taşıyor. Çin ekonomisi, ekonomik reformların başladığı 1978 yılından sonraki otuz beş yıl boyunca ortalama yüzde 10 büyüdü. 2014 yılı sonunda, 1978 yılındaki büyüklüğünün yaklaşık yirmi katına ulaşmıştı. Hatta fiyat farkları hesaba katıldığında, ABD ekonomisini de geride bırakarak dünyanın en büyük ekonomik gücü elinde tutan ülke görünümdeydi. Çin Devlet Konseyi’ne bağlı olan basın ofisi tarafından yayımlanan “Yoksullukla Mücadele ve İnsan Hakları Alanlarındaki İlerlemeler” başlıklı kitapta Çin’in yoksullukla mücadelede önemli ve kalıcı başarılar sağladığının bir göstergelerinden biri konumunda yer almakta. Bu raporda yer alan veriler ışığında, reform ve dışa açılma politikasının uygulanmasından bu yana geçen otuz yıllık bir süre zarfı boyunca yedi yüz milyonluk bir nüfusun yoksulluktan kurtarıldığına dikkat çeken bir detay. Bahsi geçen bu belgede, “Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefi Raporu”nda da görüldüğü üzere Çin’de yoksulların toplam nüfustaki payının 1990 yılında yüzde 61 dolaylarındayken, 2014 yılında bu oranın yüzde 4,2’ye indiği bilgisinin yer aldığı belirtilmişti.

Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefleri, Birleşmiş Milletlere üye olan yüz doksan iki ülke tarafından Eylül 2000’de New York Binyıl Zirvesi’nde kabul edilen ve 2015’e kadar yerine getirilmesi planlanan sekiz hedeften oluşmakta. Bu hedeflerden ilki yoksulluğun ve açlığın ortadan kaldırılması. 1990’da iki milyar olan aşırı yoksulluk içinde yaşayan insan sayısı yarı yarıya azalarak 2015’te sekiz yüz otuz altı milyona düşmüştü. Çin’in uyguladığı bu mücadele politikası, dünyada yoksulluğun azaltılması ve insanların daha iyi bir yaşam için sahip oldukları seçeneklerin artırılması açısından adeta bir kilometre taşı görevi üstleniyor. Bu nedendendir ki; Çin yoksullukla mücadele alanında “Bin Yıl Kalkınma Hedeflerini” tutturmayı başaran ilk gelişmekte olan ülke unvanını üstleniyor. Başka bir açıdan kırsal nüfustaki yoksulluk önemli bir sorun kaynağı. 2011 ve 2015 yılları aralığındaki dönemde kırsal bölgelerde yüz milyon kişiye yoksulluk yardımı sağlanabiliyordu. Bu plan dönemi için Çin devleti yoksulluğun daha da azaltılmasını en önemli öncelik olarak kabul etmesini ve diğer bütün yoksul bölge ve ilçelerde yoksulluk yardımlarının tabanının genişletilmesi hedeflenilmişti.

Çin’in bu mücadelesine başarıya ulaşmasını sağlayan üç ana faktör bulunuyor. Bunlardan ilki yapısal reformlara bağlı yüksek büyüme hızı, devletin uyguladığı kapsayıcı kalkınma stratejisi ve nüfus artış hızının yavaşlamasına neden olan kamu politikaları sonucu meydana gelen demografik yapıdır. Çin’de hala tahminlere göre yoksulluk sınırı olarak kabul edilen yıllık iki bin üç yüz Yuan’dan daha az gelirle yaşamak zorunda olan yetmiş milyon insan bulunmakta. Fakat öngörülen o ki; 2020 yılına kadar bu kişilerin yoksulluktan kurtulmalarının ve yeterli sosyal hizmetlerden yararlanmalarının sağlanması için gerekli politikalar öncelikli olarak uygulanacak planlar dâhilinde yer alıyor.

Çin, daima sosyal yardım konusuna büyük önem vermesi sebebiyle sosyal politika tasarımı ve uygulaması konusunda önemli bir deneyime sahip bir ülke. Hükümet liderliğinde ve sosyal sektörlerin katılımı ile Çin kapsayıcı bir sosyal yardım sistemini epey geliştirdi. Bunlar ise asgari geçim ödeneği, finansal destekler, afetlere maruz kalmış insanların kurtarılması, sağlık, eğitim, ev, çalışma ve geçici yardımlar olarak sıralanabilir. Kısacası; Çin’in yoksullukla mücadele konusundaki başarının sırrı da buradan kaynaklanıyor. Sürecin bu şekilde devam etmesi bir açıdan da başta Çin olmak üzere Doğu ve Güney Asya’nın dünyanın ekonomik, politik, merkezi konumuna eriştiğine şahit olabiliriz. Bu durumda Türkiye için de yaşamsal açıdan çok büyük bir fırsat olduğunu altını çizerek belirtmeliyiz. Fakat yine de son yıllarda büyüme hızından daha farklı konular ile de gündeme gelen Çin, şirketlerin borçları ve gölge bankacılık da bunlardan bazılarıydı.

Komplike Dergi, 23 Şubat 2019

Paylaş
Başa dön